Serbest Piyasanın Dağıtımı mı, Sosyalist Dağıtım mı Adalete Uygun?

Modernlik analizleri genellikle kavramı bir dönemle tanımlar ve öncesiyle arasında belirgin bir kopuş öngörür. Modern zihniyet, kurumlar, bireysellik vs. geleneksel dönemdekinden farklıdır; arada bir kısım devamlılıklar olsa da son kertede tarihin belirli bir ânında, “geleneksel” olan yerini “modern”e bırakmıştır.

Buna göre, geleneksel olan genellikle durağan, sabit, değişmez, güvenli, risksiz olmakla eşdeğerdir. “İlahî varlık zinciri” içerisinde her varlığın kendi verili ve tanımlanmış bir yeri vardır; onu keşfedip, ulaşıp, râm oldukları sürece mevcudiyetleri güvenli ve korunaklıdır. Modernlik ise tersine, bu sabitliği çözen ve sürekli dönüştüren, aklın rehberliğinde yeni sabitler inşa eden, vahyin ve geleneğin bıraktığı boşlukta doğan risklerin ve belirsizliklerin telafisi için akılcı manâ ve değer sistemleri kurar. Modern kapitalist ekonominin ise modernliğin yalnız “katı olan her şeyi buharlaştıran yüzünü” temsil ettiği farzedilir; kapitalizm kişilerin ve grupların kalıcı imtiyazlara gömülü statik konumlara sahip olmasını istemez, bunun yerine onları piyasada birer özne kılarak, verdikleri kararlar doğrultusunda konumlarının değiştiği, daima yeni ve değişken koşullara adapte olma mecburiyetiyle başbaşa oldukları, kaygan zeminli bir ortama iter.

Geleneksel ile modern arasında varsayılan bu mutlak zıtlığın yerine, ikisinin arasındaki temel farkın, risk ve belirsizliklerin yer değiştirmesi olduğunu düşünüyorum: Geleneksel toplumda birey, sabitlikler kapsamında kısa vadede güvenli bir hayat yaşar, fakat uzun vadede siyasî, ekonomik, kültürel dinamiklerin kontrol edilemezliği karşısında çözünmeye ve dağılmaya yazgılıdır. Sözgelimi, 14. yüzyılda köyünde durağan bir hayat içerisinde, alması gereken kararların sayılı olduğu, başetmesi icap eden yeni koşullarla nadiren karşılaşan bir köylü, uzun vadede, önleyemediği salgın hastalıklara maruz kalabilecek, savaşlar ve işgaller sonucunda yerini yurdunu kaybedebilecek, yahut kıtlık ve kuraklık neticesinde neslini devam ettiremeyebilecekti… Buna mukabil modernliğin anlamı, risklerin ve belirsizliklerin kısa vadeye yakınlaştığı, fakat uzun vadede daha öngörülebilir ve kontrol edilebilir koşullara dahil olmaktır. Bugünün insanı, bilim ve teknolojideki gelişmeler sayesinde, muhtemel sıhhî tehditleri önleme noktasında daha başarılıdır; geçmişte nüfusları kırıp geçiren birçok hastalık bugün tarihe karışmıştır. Aynı şekilde, rant ve kaynak paylaşımı amacıyla savaşlara tutuşma itiyadı azalmış, uluslararası sorunları diplomasiyle çözme eğilimi yükselmiştir. Ekonomide ise piyasa düzeni, milyonlarca bireyin aldığı sayısız kararı ve yaptığı faaliyeti koordine eder, üretkenliği artırır, kıtlığı ve mutlak yoksulluğu gündemimizden çıkarır. (Üretim tarzının değiştiği tarihsel dönemeçler ender uzun vadeli sarsıntı faktörlerindendir.) Öte yandan, kısa vadede bireylere değişken koşullara uyarlanma hususunda hazır ve donanımlı olmayı dayatır.

*

Liberal adalet anlayışının gerçekten âdil olup olmadığını tartışmaya başlamadan önce, modernliğin mantığının liberal adaletle pekâlâ örtüştüğünü, yeniden-dağıtımcı adalet anlayışlarının ise “risklerin ve belirsizliklerin olmadığı”, salt kontrole ve hâkimiyete dayalı bir modernlik tasarlamaya çalıştığını dikkate almamız gerekir. Başka bir deyişle, yeniden-dağıtımcılar hatalı bir modernlik teşhisinden hareket ederler; gelenekselliğin sözde risksiz ve güvenli hayat algısının modernlikte tekrarlanmasını arzularlar; gelgelelim modernlik med-cezir’dir ve onlara aradıkları şeyi vermez; kontrol ve hâkimiyet, kaçışla ve dönüşümle aynı akvaryumda yaşayan hemcins balıklardır; yeniden-dağıtımcılar da bu durumda risksiz ve güvenli bir “takviye edilmiş modernlik” aramaya soyunurlar.

Liberal adalete yönelen eleştirilerden biri, bireyler arasındaki gönüllü sözleşmelerden oluşan bir piyasanın, birey açısından kesin öngörülebilirlik sağlamadığı, beklenmedik durumları önleyemediği, âdil olmayan iktisaplara kapı araladığıdır. Kendinizden başka milyonlarca insanın eylemi ve kararı, sizin neyi ne edineceğinize tesir eder; siz ne kadar uzak görüşlü ve akılcı kararlar verirseniz verin, sonunda elinizde kalan koca bir hiç olabilir. Buna karşın sosyalist bir dağıtım mekanizması herkese gerçekten “hak ettiğini” verir.

Bu itirazın aksine, modernliğin kontrol edilemez dinamiklerinin bir parçası olan kapitalist yaratıcı yıkımın, herkes için daha âdil bir dağılıma yol açtığı kanaatindeyim. Öncelikle yine hatırlamak gerekir ki modern-öncesi, birbirinden görece ayrık, basit üretime dayalı yerel ekonomilerin daimî güvenlik ve kendine yeterlik sağladığı doğru değildir; uzun vadeli riskler kaçınılmazdır ve bunun sonucunda kıtlıklar ya da savaşlar başgösterir; yani başkalarının verdiği kararların, önlenemez dinamiklerin sebep olduğu koşulların kazananı veya kaybedeni olmak modern kapitalizme mahsus bir olgu değildir. Yeni durumda riskler ve belirsizlikler yer değiştirmiştir. Eskiden yönetici sınıf kendi risklerini kolayca yönetilenlere (tebaaya) mâledebilirken, bugün bireylerin kendi kararlarının sonuçlarını üstlenme zarureti belirmiş ve zengin-fakir, eğitimli-eğitimsiz herkes kısa vadeli risklerle ve belirsizliklerle başbaşa hâle gelmiştir. Yani piyasanın öngörülemezliği herkes için geçerlidir, kimse ondan muaf değildir. Üstelik bazı riskler yoksullar için daha vurucu olabilirken, bazı başka riskler ise zenginler için daha tahripkâr olabilir.

Sosyalist idealde ise eşitlikçi dağılım öngörülemezlikleri gidermez; merkezî planlama, modernlik havuzundaki öngörülemezlik ve kontrol edilemezlik deliklerini tıkamaya kalktıkça yeni delikler peydah olur; hep daha fazla kontrol arayışı güçlenir ve bunun neticesinde siyasî-bürokratik elit hem daha fazla belirsizliğe yol açar hem de kendi payına düşen risk ve belirsizlikleri yönetilen sınıflara transfer eder. Kısacası, modernliği yıkılmaz sabitlikler kurmak ve kontrol edilemez dinamiklere mutlak hâkim olmak şeklinde takviye etmek isteyen, med’in yanı başındaki cezir’i dikkate almayan sosyalist ideal burada başarısızlığa mahkûmdur.

Bir diğer eleştiri, sözleşmenin tarafı olan bireylerin görünüşte özgür olsalar bile aralarında baskı-sömürü ilişkileri olabileceğidir. Bu durumda piyasa dağılımı hep avantajlı kesimin yararına sonuçlar verir.

Liberal dağılım, Locke’un koşuluna göre (1) her bireye, diğerlerine de yeterli miktarda bırakacak şekilde, üzerine emeğini kattığı doğal kaynaklar üzerinde sahiplik hakkı tanır, (2) gönüllü mübadele ve aktarımlarla edinilen şeyleri “hak edilmiş” sayar. Toplumsal baskı-sömürü ilişkileri, bireyin çıkış opsiyonu açık tutulduğu sürece, “ezilen” birey için “kırılmaz pranga” değildir; başka bir yerde, başka bir işte hayatını idame ettirebileceği gibi, en büyük doğal kaynak olan zihni ve yaratıcılığı daima kendisiyle birliktedir. Burada olsa olsa, refah üreten temel kaynakların ve araçların süratle değiştiği tarihsel dönemeçlerde (örneğin bilişim çağına geçiş), eski düzenin yaya kalmış mensuplarının yatay ve dikey hareketliliğin önünü tıkayan maddî imkânsızlıkların toplum tarafından giderilerek çıkış opsiyonunun kolaylaştırılması meşru addedilebilir.

Sosyalist idealde ise eşitlikçi bir dağılım ya da üretim araçları üzerinde eşit pay/söz sahipliği varsayalım: Örneğin fabrikada işçi olan biri oradan ayrılarak filanca sektörde çalışmak istiyor. Onlarca, yüzlerce, binlerce insan yaptığı işten tatmin olmuyor, işini değiştirmeye niyetli. Amacı, daha iyi maddî olanaklar değil, zira eşit dağılıma o da razıdır, fakat yalnızca manevî tatmin uğruna iş değiştirme peşindedir. Yahut diyelim ki yaşadığı yeri değiştirmek niyetinde… Sosyalist planlama, kontrol edilemez dinamiklerin önünü kesmek adına hem demografik denetim uygulamaya hem de iş değiştirmeye müsaade konusunda tutucu olmaya mahkûmdur; aksi hâlde sektörler, iş kolları ve bölgeler arasında eşitsizlikler başgösterecektir. Buna izin verilmemesiyse gösterir ki esas sosyalizmde baskı-sömürü ilişkisi kendini tahkim edecektir: Siyasî-bürokratik elit başkalarının hayatı hakkında karar verici pozisyonda, diğerleri ise karar verilenler mevkiinde olacaktır. Öyleyse sosyalist dağılımın görünüşteki “âdilliği”, bir grup insanın, diğerlerinin hangi alanda ne kadar emek sarfedip karşılığında neyi edineceklerini belirlediği bir eşitsizlikle malûl olmaya yazgılıdır. Başka bir deyişle, maddî zenginliğin eşit dağılımı, statünün ve manevî tatminin eşit-olmayan dağılımının kamuflajıdır.

Can Beysanoğlu, 14 Kasım 2018

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et