Parasal Popülizmin Ağır Bedeli

Popülizmin küresel yükselişinden hemen herkesin yakınmasına rağmen, “Neden yükselişte ki” sorusuna sağlam cevap verebilenler çok az görünüyor. Popülizm hakkında genel tartışmaya bakınca, benim görebildiğim kadarıyla, yine en çelişkili tavrı sol gösteriyor. Onlara göre, kendi popülizmleri hep ‘sosyal demokrasi’ ve hatta ‘sosyal adalet’, sağ kanat siyasetçiler ise sadece kamu kaynağı ile seçim kazanmaca oynayan iktidar düşkünleri.

Bu haliyle sosyal adalet mefhumunun bizi popülizm girdabına savurmamasına pek ihtimal yoktu esasen. Önümüzde iki seçenek vardı. Birisi, üretilen refahın devamı hakkında sağlam bir anlayış geliştirmekti. Diğeri ise üretilen refahın yeniden dağıtımına kafayı takmaktı. Bence günümüzde yaşadığımız şey, girilen ikinci yolun sosyal adalet ile popülizm arasındaki sınırları bulanıklaştırmasıdır. Yazıyı parasal popülizm ile sınırlandırmak amacıyla, bu çok daha büyük tartışmayı bir kenara koyalım.

2008’den sonraki, merkez bankalarının güç kazanan egemenlik döneminde popülizmin parasal yönünün zayıf kalması beklenemezdi. Sonuç, hemen her yerde merkez bankalarından yapamayacakları şeyleri beklemek oldu. Enflasyon özelinde popülizme gelince ise, meseleyi aşağıdaki gibi ifade eden Milton Friedman basit bir benzeşim ile bugünümüze dair bir dolu feraseti anlatır.

Enflasyon tıpkı alkolizm gibidir. Hem içmeye başladığınızda hem de çok fazla para basmaya başladığınızda, iyi tesirler önce gelir. Ve kötü tesirler ancak sonra çıkar ortaya. İşte bu nedenledir ki, her iki durumda da aşırıya kaçmak için güçlü bir ayartıcı vardır. Çok fazla içersiniz ve çok fazla para basarsınız. Konu ayılmaya gelince ise, sıralama tersine döner. İçmeyi bıraktığınızda veya para basmaya son verdiğinizde, kötü tesirler önce gelir ve iyi tesirler ancak sonra çıkar ortaya. Bu nedenledir ki, iyileşme yolunda ısrarcı olmak hayli güçtür.

Parasal popülizmin bizden saklamaya çalıştığı gerçek işte budur. Enflasyonist bir politikanın orta vadede açığa çıkacak gibi olan olumsuz tesirleri bile daha fazla parasal gevşeme ile ötelenir. Bir fiyat istikrarı politikasına geçişin getireceği orta ve uzun vadeli büyüme, kısa vadedeki şişkinliklere feda edilir. Bizim 2009’dan sonraki makroekonomik döngümüz de özünde budur. Döngünün her aşamasında gaz pedalına daha fazla yüklenildi, sonra olumsuz sonuçlar kendisini tam olarak açığa sermeden, merkez bankası hızlandırmacılığının daha ileri bir aşaması çare diye sunuldu. Bu yol, ekonominin artık sırtlamakta zorlandığı bir rahatsızlık sebebi olmaya özellikle 2016’dan sonra başladı. 2017 başından 2020 sonuna, bu kısa sürede dahi iki defa hızlandık ve iki defa yavaşladık.

Böyle oldu. Çünkü parasal popülizm bir fiyat istikrarı politikasına geçişin getireceği ‘ilk ve olumsuz tesirlere’ katlanmamızı engelliyor. Bu ‘alkolik’ para politikası iyileşme yolunda bir türlü ısrarcı olamayışımızın ardında, ilk fırsatta yeni bir şişe açmak üzere yatıyor. ‘Gerçekten’ fiyat istikrarını hedefleyen, yani ilk 1,5-2 yıl boyunca reel ekonomik sancı çekmeyi vaad eden bir politikacı yok görünüyor. Ne de toplum bunu talep ediyor. Fiyat istikrarı sözde hedefleniyor, aynı anda faizleri düşüreceğiz çıkışlarıyla. Sokaktaki adam hayat pahalılığından samimi şekilde yakınıyor, ama aynı anda seçim meydanındaki avanta kredi tekliflerini coşku ile alkışlıyor. Bu nedenle, 130 milyar doları saçıp savursa bile, arz ve talep kanunu çalıştıramayan bir devletimiz oluyor.

Halbuki, serbest piyasa ve müdahale edilmemiş faiz oranları bizi ne bu kadar oyalar ne de bize böyle yüksek bir bedel ödetirdi. 2009’u bir yana bırakın, 2016’dan sonra bile, şayet işini yapması engellenmeseydi serbest piyasa gerekli intibakı geride bırakmış, 2003-2004’te yaptığına yakın bir surette, ekonomiyi yeni bir başlangıca çoktan taşımış olurdu. Elimizin altındaki bu imkân gerçeğe dönüşmüyor, çünkü onlar muktediri-muhalefetiyle, esasen yüksek faize değil, serbest faiz oranlarına karşı duruyor. Hatırlamaya değer ki, 2003-2004’te gerçek bir iyileşme ve ayılma olmuştu. Çok piyasacı olduğumuz için değil ama piyasa faiz oranları ile dövüşmeye takati kalmamış bir ülke olduğumuz için.

Ödenecek iki ayrı bedel ve seçilecek iki ayrı yol arasında samimi bir karar vermemiz gerekiyor. Birisi, kararsız ve keyfi yönetim, yani dur-kalk para politikasının bedeli. Diğeri, bir fiyat istikrarına geçiş ve tabiî orada da kalıcılık sağlayacak olan para politikasının bedeli. Hem uçalım hem de bedel ödemeyelim dünyası yok.

Daha az maliyetli yolu seçmemizi engelleyen şey ise Friedman’a ve liberal ekonomiye kulağımızın tıkalı olması.

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et