Osman Can – Gerçeker’in Söyle(ye)medikleri: İş Yükünün (Gerçek) Nedenleri

Her yıl Yargıtay Başkanları adli yıl açılış konuşmalarında iş yükünden şikayet ederler. Bu ve benzeri geleneksel siyasal cenahın kanaat önderleri, yargının iş yükünün asıl sorun olduğu, buna karşın Türkiye’nin kanayan yarası ve demokratikleşmenin önündeki engellerden biri olan yargı sisteminde yürütülecek reform çalışmalarının gündemi saptırma veya iş yükü adı altında “siyasal operasyon” amacı taşıdığı uyarısını yaparlar.

Referandumda halkın talep ve direktifleri daha demokratik bir siyasal yapı ve demokratikleştirilmiş bir yargı yönünde somutlaşınca, Yargıtay Başkanı belki de ilk defa geleneksel siyasal çizginin dışında bir tutum izlemeye başladı. Kuşkusuz ki bu yapıcı ve alkışlanması gereken bir tutuma işaret etmektedir. Yargıtay’daki daire sayısının arttırılması, belki yeni bir Yargıtay’ın kurulması gerektiği, her yıl %20 artan iş yükünü karşılamak üzere altı yeni dairenin kurulması ve son olarak istinaf mahkemelerinin kısa sürede kurulması Yargıtay Başkanı’nın talepleri arasında sıralanıyor. Bu talepleri Adalet Bakanlığı’na ilettiklerini de belirtiyor. İlginç olan ise daha önce cari siyasal-yargısal geleneğin muarız olarak bellediği hukuksal alanda faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerinin bu talepleri destekliyor olmasıdır.

Çok daha ilginç olan nokta ise, Yüksek Mahkeme başkanları ile onların paralelinde siyaset yapan odakların daha önce bu yöndeki talepleri “siyasal operasyon” veya “devleti ele geçirme” girişimi olarak görüp buna karşı çıkmalarıdır. Hatta istinaf mahkemelerinin, yasal düzenlemeler tamamlanmış olmasına rağmen Yargıtay ve Danıştay’ın direnişi nedeniyle yaşama geçmediği de bilinmektedir.

Bu yönde yaklaşım değişikliğini kuşkusuz selamlamak gerekir.

Köklü çözümlere ihtiyaç var

Yargıtay Başkanı’nın “köklü çözümlere ihtiyaç” duyulduğuna yönelik ifadesi, en fazla dikkati hak eden ifade olarak anlam kazanıyor. Ancak köklü çözümün ne olabileceğine ilişkin herhangi bir perspektifi bu açıklamalardan elde edemiyoruz. Bu noktaya gelmişken, köklü çözüm için sorunun temeline ciddi bir şekilde eğilmekte yarar vardır.

İş yükünü arttıran nedenler neler olabilir? Bu incelemede birkaç boyuta değinebiliriz.

Doğal boyutta, nüfus artışının iş yükünün artmasında ciddi bir etken olduğunu söyleyebiliriz. Bunun yanında ekonomik gelişim, kentleşme, sosyal ve siyasal farklılaşmaların yarattığı içeriksel uyuşmazlıklarla birlikte uzmanlık alanlarının farklılaşmasının yarattığı teknik uyuşmazlıklar iş yükünün artmasında önemli bir etkendir. Ancak Avrupa örneklerine bakıldığında, yakın nüfusa sahip ülkelerde bu denli iş yükü yoğunluğunun yaşandığından söz edilemez. Bu ülkelerde yargının merkeziyetçi olmayan örgütlenme biçimi, istinaf mahkemeleri gibi ara temyiz ve inceleme mercilerinin bulunuyor olması iş yükü yoğunlaşmasını engellemektedir. Bununla birlikte Türkiye için öne sürülen bahaneyi anlamsızlaştırmaktadır.

İdeolojik bir kontrol aracı: Yargı

İkinci boyut kültüreldir. Türkiye’de gerek temel eğitim, gerekse hukuk eğitiminin kurgusu toplumun kendi uyuşmazlıklarını müzakere ve arabuluculuk yöntemiyle çözmek yerine daha “modern” bir yolla, yani tüm uyuşmazlıkların mahkemelere taşınması suretiyle çözümlenmesini öne çıkarmaktadır. Bunun tarihsel nedenleri vardır. Toplumun geniş kesimlerinde var olan, bireylerin kendi sorunlarını sosyal iktidar ve yaptırım araçlarına müracaat yoluyla çözümlemesi kültürü “gericilik” olarak etiketlenmiş, sosyal ve kültürel çözüm olanaklarının sistemi rahatlatıcı bir faktör olması engellenmiştir. Örneğin müfredatta öğretilen vatandaşlık dersinde uyuşmazlığın çıktığı her durumda takip edilmesi zorunlu yöntemin yargı yolu olduğu ve sosyal yapıda ortaya çıkan “bilen”, “ileri gelen”, “güvenilir” veya “sözü dinlenir” kişilere müracaatın ilkellik olarak sunulduğu pek çok örnek bulmak olasıdır. Trajik olan boyut ise, zaten bu kültürel determinantların modern devletlerde yargı sisteminin temellerini oluşturduğuna yönelik bir tasavvurun yokluğudur. Tarihsel olarak “yargıç”ların sosyal yapıda ortaya çıkan “güvenilir” figürlere dayandığı, modern devletin yargısı oluşurken dahi bu kültürel yapıların paralel sorun çözme mekanları olarak işlevlerini devam ettiği bütünüyle göz ardı edilebiliyor. Kültürel imkanlar devre dışı bırakılarak, toplumsal sorun çözme yeteneğinin yok edildiği, toplumsal sorunların çözümünün, sorunların dışında, sorunlara yabancı “memur”lara havale edildiği, toplumsal iletişimin kesilmeye başladığı, herkesin her türlü uyuşmazlığı dava konusu yapmaya başladığı, sonuçta toplumsal barışı yok eden bir etki yarattığı fark edilemiyor. Oysa ki modern devletler yargı sistemini inşa ederken, süreç içinde yargı öncesi veya yargı dışı uyuşmazlık çözüm yollarını kurumsallaştırabilmiştir. Modernleşmeyi ithal edilmesi gereken bir hegemonya aracı olarak gören Türkiye siyasal yapısının bu gerçekliği görme derdi pek yoktur. Diğer yandan yargının Türkiye’de ideolojik bir kontrol aracı olarak kurgulanmış olması nedeniyle başka bir sonucun doğması da pek mümkün değildir. Bu yeni sistem hiç kuşku yok ki, yeni ideolojik önceliklerle çatışan kültürel, sosyal ve siyasal gelenekleri tasfiyeyi amaçlamıştır. Örneğin “örf ve adet” olarak İsviçre Medeni Kanununda hukukun kaynağı olarak tanımlanan sosyal faktörler, Türkiye’de bütünüyle kültürel kodlardan bağımsızlaştırılmak suretiyle anlamlandırılmış ve hukuk eğitimine aktarılmıştır. Erdem ile erdemsizliğin yer değiştirdiği bu anlayışın iş yüküne katkısı yüksektir.

Merkeziyetçi yapının tezahürü

 İş yükünün artmasında dikkat edilmesi gereken yapısal boyutun da ideolojiyle bağlantılı olduğu görülüyor.

Türk yargı sistemi Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana hiyerarşik örgütlenmiştir. Çok kısa süreli istinaf denemesi ve Yargıtay’ın Eskişehir macerası dışında sistem Ankara merkezli olarak inşa edilmiştir. Yargıtay ile ilk derece mahkemeleri arasında herhangi bir ara kademe öngörülmüş değildir.

Yargı üst kurumlarının Ankara’da toplanması merkeziyetçi devlet anlayışının bir yansımasından ibarettir. Yargının devletin siyasal ve idari örgütlenmesiyle ilgisi yoktur. Verdiği kararların sonuç itibariyle siyasal etki yaratabilme ihtimali vardır. Özellikle siyasetçiler, partiler, mali denetimler vs konularında verilen kararların böyle bir sonucu vardır. Ancak bu sonuç kararı veren veya verilmiş kararları onaylayan yüksek mahkemelerin devletin siyasal, ideolojik ve idari merkezinde kümelenmesini zorunlu kılmaz. Aksine bu yüksek mahkemelerin Ankara’da kümelenmesinin onları siyasetin merkezine yerleştirdiği ve ideolojik merkezlerin yapıcı unsuruna dönüştürdüğü inkar edilemez. Siyasal yapıcılığın yüksek mahkemelerin mesaisinin önemli bir kısmını aldığını ve iş yükünün erimesini güçleştirdiğini Ankara’da yaşayan ve bürokratik işleyişi izleyen herkes bilir.

İş yükünün ideolojik boyutu bir sonraki yazının konusunu oluşturmaktadır.

Star-Açıkgörüş, 03.12.2010

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et