‘Ulus inşa etme’ ve Türkiye

20. yüzyıl bir yönüyle totalitarizmin yükselme ve çökme çağı olarak görülebilirse, bir yönüyle de, ulus inşa etme projeleri çağı olarak görülebilir.
Kuşku yok ki bunda, klasik imparatorlukların önceki asırda başlayan dağılma sürecinin 20. yüzyılda hızlanmasının büyük payı var. İmparatorluklar dağılırken özellikle Avrupa ve Ortadoğu’da birçok yerde ulus devlet kurma ve ulus “yaratma” çabalarının iç içe geçerek yürümesi devlet inşa süreciyle ulus inşa sürecinin aynı şey zannedilmesine ve ulusla devletin çakışmasının ideal siyasi yapılanmaya ulaşmak için şart olduğunun sanılmasına yol açtı. Bugün de bu karışıklıktan kurtulabilmiş değiliz.

Ulusa atfedilen önemden asıl yararlanan ulus devletler oldu. Ulusa övgü üzerinden ulus devlet adeta kutsallaştırıldı ve sınırlı devlet nosyonu unutuldu, devletler her bakımdan alabildiğine büyüdü. Hâlihazırda ortalama insanın siyasi kültüründe ulus devletin yegâne ve en iyi siyasi yapılanma biçimini teşkil ettiği, hatta kutsal olduğu anlayışı egemen. Geçmişin çok dilli / dinli / etnisiteli imparatorlukları, uygarlığa büyük katkı yapan şehir devletleri unutuldu, gelecekte ortaya çıkabilecek ve ulus devlet kalıbına sığdırılamayacak mahalli (ulustan küçük) veya ulus ötesi (sınırı aşan) siyasi oluşumlara zihin kapıları kapatıldı. İnsanlık adeta bir akıl tutulmasına uğradı.

Bu akıl tutulmasından kurtulabilmek için, ulusun ne olup olmadığını, bir ulusun bir bina, saat, tarım alanı, fabrika gibi inşa edilip edilemeyeceğini sorgulamak gerekir. Yakınlarda yayımlanan bir yazı, bu konuda bize yol gösteriyor. (Steven Horwitz, ‘Is a Nation Something That Can be Built?’ [Ulus inşa edilebilir bir şey mi?]) Bu yazıdan yararlanarak ilerleyelim. İlk önce, ulus ile devlet arasındaki farkın altını çizelim. Filozof Ludwig von Mises’in dediği gibi ulus ile devlet aynı şey değil. Uluslar coğrafyayla veya politik kavramlarla tanımlanamaz, ‘karşılıklı anlayış’ ve ortak hayat için temel sağlayan dil, gelenek, töre, âdet gibi unsurlar tarafından belirlenir. Bu yüzden ulus dilediğimiz gibi manipüle edebileceğimiz bir nesne karakteri taşımaz. Bu, ulusun ve onu o yapan unsurların statik olduğu anlamına gelmez, tam da tersine, dil, gelenek, töre, âdet, tarzlar sürekli bir hareket ve toplum daimi bir değişim içindedir. Ancak, bir beyin veya merkezî bir otorite bu değişimi tek başına meydana getiremez ve kontrol edemez.

İskoç Aydınlanma Geleneği’ne uygun bu evrimci bakış bize şunu söyler: Bir ulusun oluşumunu ne tam anlamıyla gözlemleyebilir ne de bütünüyle açıklayabiliriz. Dolayısıyla, bir ulusu sıfırdan başlayıp var etmeye de kalkışamayız. Ulus bir kendiliğinden oluşumdur. Büyük özgürlükçü filozof Hayek’in ayrıntılı şekilde izah ettiği üzere, insanların faaliyetlerini birbirleriyle koordine etme arayış ve çabalarının ürünü olarak doğar. Daha iyi bir ifadeyle, uluslar insanların kullanacakları lisanlarla ilgili tercihlerinden ve diğer kültürel formlara katılma veya katılmama yollarından doğan kendiliğinden doğan düzenlerdir. Bireylerin kişisel tercihlerinin kendiliğinden sonuçları olarak vücut bulurlar.

Eğer böyleyse, bir ulusun neden inşa edilemeyeceği de, totaliter devletlerin niçin dil, din, aile gibi birey ile devlet arasındaki kültürel ve beşeri kurumlara müdahale etmeye çalıştığı da ortaya çıkar. Önce ikincisine bakalım. Totaliter zihniyet, toplumu bütünüyle kontrol etmeyi hedefler. ‘Yeni bir insan, yeni bir toplum’ mottosu bunun en yalın ifadesidir. Bu yüzden, totaliter eğilimli kimseler kendiliğinden oluşan kurumlara hoş bakmaz; çünkü bu kurumlar bireyle devlet arasında kademeler oluşturarak toplumun yukarıdan kontrolüne engel teşkil eder. Devletin tanımlama ve yönlendirmesinden bağımsız insan topluluklarının ortaya çıkmasına sebep olur. Totaliter sistemlerin dile, dine, aileye, geleneğe savaş açması ve onları zayıflatması, total toplumsal kontrolün kazanılması için şarttır.

‘ULUS’ DEĞİL ‘İKTİDAR’ kavgası

Bir ulus yukarıdan aşağı, merkezî planlama ve koordinasyonla da yaratılamaz. Uluslar bir aklın istediği şekli verebileceği bir hamur yığını değildir. İnsan toplumlarına yapılan her müdahale niyetlenmemiş sonuçlar da vermeye mahkumdur. Dil, din, aile, kültür ve gelenek devlet tarafından yaratılmayan, kendiliğinden doğan varlıklardır ve bireyler, birey grupları kendilerine mahsus, asla tek elde toplanamayacak bilgi, pratik ve tarzlara sahiptir. Bu beşeri unsurların her birinin kendi bilgisini tam olarak kullanması, kendi haline bırakılmasına bağlıdır. Bu olguya saygı göstermeyen bir despotik merkezî otoriterin keyfi müdahaleleri, topluma fayda sağlamaktan çok zarar verir ve müdahalecilerin bile istemediği sonuçlar ortaya çıkartır. Bunun niye böyle olduğunu piyasa ekonomisiyle komuta ekonomisi arasındaki ilişkiye atıf yaparak daha iyi anlatabiliriz. Piyasa ekonomisi desantralize [merkezî olmayan] bir süreçtir; milyonlarca aktörün milyarlarca kararının devamlı değişen sonuçlara yol açtığı bir akış halidir; dinamik bir dengedir. Bir merkezî otorite piyasa aktörlerinin bütün bilgisine sahip olamayacağı için piyasanın yerini alamaz, herkes için en iyi kararları veremez. Bir vahim durum da benzer özellikler gösterir. Gelenekler, âdetler, dil, kültür kimsenin ürünü değildir. Bir merkezî otorite onları kaldırıp yerine yenilerini koyamaz, onlara istediği gibi müdahalede bulunamaz. Parçalar ekleyip, parçalar çıkaramaz. Buna teşebbüs etse de istediği sonuca ulaşamaz. Bu yüzden, uluslar siyasi otorite tarafından yaratılamaz. Yerli despot siyasi otoritelerin başaramayacağı ulus oluşturmayı, yabancı işgal güçleri hiç yapamaz.

Bu anlayış açısından Türkiye’ye bakarsak, yanlışlık ve eksiklikler kolayca görülür. Türkiye’de sık sık referans yapılan tek parti dönemindeki ‘ulus yaratma’ çabaları aslında ulus yaratmaktan çok, devlet kurma çabalarıdır. Ulus yaratma edebiyatı ulus yaratmaktan çok siyasi iktidarı tekel altına alma ve sorgulanamaz şekilde kullanma amacına hizmet etmiş görünmektedir. Daha fazlası da var: Tek parti döneminde siyasi otoritenin nitelikleri belki de Türkiye’de cereyan etmekte olan ulusun ‘doğal’ oluşumu sürecine darbe indirmiş, böylece bir ulusun oluşmasını zorlaştırmıştır. İşin üzücü yanı, tek parti dönemindeki müdahaleci ve tepeden inmeci devlet pratiğinin artık asla bu kalıba sığamayacak vasıflara sahip Türkiye’de hâlâ bazı güçler ve çevrelerce kullanılmak istenmesidir.

Zaman, 02.09.2011

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et