Ulus-devlet veya üniter devlet nedir, yenir mi içilir mi?

Ulus-devlet ve üniter devlet mefhumlarına bir tür kutsiyet atfeden azımsanmayacak sayıda insan var ülkemizde ve ulus-devleti yeme-içme gibi sıradan dünyevi faaliyetler kapsamında anan başlık sanırım onların hoşuna gitmeyecektir.

Kürt meselesi ve çözümüne ilişkin yapılan ve son günlerde hayli güncel olan tartışmalarda bu iki kavram -ulus-devlet ve üniter devlet- çokça konuşulmakta. Ulus-devleti bir dogma olarak algılamıyorsak ve ülkemizde 40 binden fazla can kaybına ve 1 trilyonluk bir iktisadi bedele mal olan bir mesele gelip ona dayanıyorsa, o zaman onun yenilir mi, içilir mi olduğunu, yani ne işe yaradığını sormamız gerekir.

Öncelikle ulus-devlet ya da devlet, bir topluluğun temel yönetim işlevlerinin kurumsallaşmış şekillerinden birisidir, yani bir siyasi yapıdır. Bu demektir ki, ulus-devlet dışında siyasi birimler ve yapılar da olabilir ve nitekim “modern” dönemden önce de bolca olmuştur: şeflik, emirlik, beylik, prenslik, site idaresi, hanlık, sultanlık, imparatorluk gibi. Dolayısıyla, devlet (ulus-devlet) son 5 yüzyılın bir vakıasıdır ve daha önce yoktur. Bugün kullandığımız anlamda “devlet” kelimesinin gerek Türkçede, gerekse diğer dillerde modern dönem öncesinde kullanılmamış olması bundandır. Yani Türklerin 16 devleti olmamıştır. Türkiye ile beraber günümüzdeki 4 tane Türk cumhuriyetini de saydığımız zaman Türklerin tarihte sadece 5 devleti olmuştur. Bunun yanında beylikleri, hanlıkları, emirlikleri, sultanlıkları ve imparatorlukları olmuştur.

Ulus Aidiyeti Reenkarnasyon Olmasın!

Ulus-devlet siyasi bir birim olarak önce Rönesans İtalya’sında ortaya çıkar ve akabinde bütün Avrupa’da gelişir. Avrupa’nın denizaşırı yayılması ile de dünyanın diğer toplumlarında hakim siyasi yapı halini alır. Bir siyasi yapı olarak ulus-devlet başlıca ülkesellik, egemenlik, merkezilik ve ulusallıkla tanımlanmıştır. Ulus-devletin onbeşinci yüzyıldan onyedinci yüzyılın ortalarına kadar egemenlik, ülkesellik ve merkezilik hususiyetleri yerleşmiş ve onyedinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren de ulusallık karakteri oluşmuştur. Ülkesellik; üzerinde hakimiyet veya sahiplik iddia edilen, kesin hatlarla sınırları belirlenmiş belli bir coğrafya parçasını ifade eder. Başka bir deyişle, ulus-devlette ülke unsuru yatay hatlarla ayrışmıştır ve önceki siyasi birimlerde görülen dikey çakışmalar yoktur. Egemenlik; ülke ve ülkede bulunan insan topluluğu üzerinde legal olarak, tek ve nihai otorite olma iddiasını ve bunun diğer devletlerce tanınmasını içerir. Yani, egemenlik hem dahili hem de harici tanınmaya bağlıdır ve her ne kadar fiili bir yanı varsa da, daha çok hukuki bir durumdur. Dahası, egemenlik alanı, devletin yurttaş topluluğuyla değil, ülke sınırlarıyla çizilmiştir. Merkezilik; ülke üzerinde ve yurttaşlar topluluğuna ilişkin temel idari işlev ve misyonların (kanun yapma, icra, adalet, savunma, asayiş, para basma… vb.) devletin merkezdeki kamu organlarınca tekelleştirilmesi demektir. Diğer bir ifadeyle, ulus-devlette devletin merkezi kamusal organları ile fertler arasında aracı birimler yoktur. Ulus-devlet bütünleşmiş (consolidated) bir yapıdır, imparatorluklar gibi eklemli (composite) bir yapı değil. Ulusallık; ulus-devlette yurttaşların üniform (tekdüze) bir kimliğe sahip olmalarına işaret eder. Ulusallık aidiyeti toplumun geneline değişik enstrümanlarla (nüfus cüzdanı, pasaport, zorunlu ilköğretim, zorunlu askerlik, genel resmi dil, bayrak, milli marş… vs.) empoze edilmiştir ve diğer aidiyetler, ya bastırılmıştır ya da yok edilmiştir. Bunlar ulus-devletin ayırıcı özellikleridir ve önceki siyasi yapılarda yokturlar. Ülkeselliğin tanımlayıcı bir unsur olması ve egemenlik alanını belirlemesi, devlet (ulus-devlet) öncesinde bilinen bir durum değildir. Yine aynı şekilde egemenliğin dahili ve harici olarak tanımlanması da söz konusu değildir. Merkezilik ve ulusallıkta olduğu gibi tekdüze aidiyet ise ancak kabile ya da aşiret türü topluluklarda vardır ve Toynbee’nin deyimiyle ulus aidiyeti ya da milliyetçilik aslında eski kabileciliğin reenkarnasyonudur. Ayrıca ulus-devlet ölçeğinde bir merkezileşme daha önce hiç yaşanmamıştır.

Ulus-devletin iki türü var: Federal devletler ve üniter devletler. Evet federal devletler de ulus-devlettirler, çünkü ülkesellik, egemenlik ve kısmen merkezilik ile ulusallık hususiyetlerini taşırlar. Hatta ulusallığı oluşturma konusunda en eski ve en başarılı devletler (İsviçre ve ABD örneğinde olduğu gibi) federal devletlerdirler. Federal devlette temel yönetsel işlevler federal düzeyde ve eyaletler düzeyinde icra edilir ve kısmi bir paylaşım söz konusudur. Üniter devletlerde ise her şey merkezde toplanmıştır. Şüphesiz ulus-devletin (hem federal hem de üniter türünde) yukarıda açıkladığım 4 temel hususiyeti zamanla dönüşüm geçirmiştir ve en çok dönüşüm geçireni de merkeziyetçilik ve türdeş ulusallık karakteridir.

Bu kadar kitabi açıklamadan sonra yukarıdaki soruyu tekrar soralım. Ulus-devlet ne işe yarar? Bu soruya tarihsel sosyolojinin önde gelen düşünürü olarak addedilen Charles Tilly’nin cevabı basit: Ulus-devlet, bir savaş-yapma mekanizmasıdır. İstatistikler Tilly’yi doğruluyor. Ulus-devletlerin ortaya çıkışından günümüze ulus-devletler arası ve milliyetçilik savaşları sonunda ölen insan sayısı 350 milyondan fazla. Ulus-devletin yaygınlaştığı 18. yüzyılın başında dünyanın nüfusu 700 milyon civarında idi. Ulus devletin ortaya çıktığı ikinci bin yılın başında ise 310 milyondu. Yani, ulus-devletler ve milliyetçilik ortaya çıktığı dönemdeki dünya nüfusunun yarısı kadar insanın ölümüne ya da daha önceki bin yıllarda bütün tarih boyunca oluşan dünya nüfusunun toplamından fazla insanın ölümüne neden olmuştur. Bize daha yakın bir istatistiği hatırlayalım. Türklerin ve Kürtlerin birlikte yürüttükleri İstiklal Harbi’ndeki şehit sayımız 9-10 bin arasıdır. Türk ve Kürt ulusçuluğunun sonucu olarak niteleyebileceğimiz son 30 yıldaki PKK terörü sonucunda ülkenin kaybı 40 binin üzerinde deniyor. Kurtuluş savaşındaki şehit sayısından 4-5 kat fazla!

Ulus Devlet Refah ve Özgürlük Getiriyor mu?

Gellner gibi ilerlemeci yazarların iddiasının aksine, orantılı bir bakış, bu soruya müsbet cevap getirmiyor. Delhi’deki insanların bugün Hindistan diye bir ulus-devleti var, 16. yüzyılda yok. Lakin, Delhi 16. yüzyıl sonunda Paris’ten 16 kat daha zengin bir şehir. Tarihçi Michael R.Palairet’in tespitleri 19. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren ulus-devletlerine kavuşan Balkan ülkelerinin 20. yüzyılın başında Osmanlı idaresi dönemine kıyasla yoksullaştıklarını gösteriyor. Özgürlük konusunda da benzeri tespitleri yapmak mümkün. 1790 İngiltere’si 1910 İngiltere’sine göre bazı bakımlardan daha fazla ifade özgürlüğüne sahiptir. 1790’da James Gilray’in sakıncalı denebilecek karikatürleri yayınlanırken, 1910’da D.H.Lawrence’ın romanları sansürleniyor. Ya da İslam tarihinin ilk dönemlerinde ulema arasında yapılan tartışmaların benzerine sonrasında hiçbir dönem rastlanmıyor. Yani ilk dönemdeki özgürlükçü ortam sonra bulunamıyor. Peki, ulus-devletin sahip çıktığı ve uluslaştırdığı halkın; diline, sanatına ve kültürüne daha fazla bir katkısı var mı? Ulus-devleti olmayan Alman kültürü Bach’ı ve Kant’ı yetiştirdi. Ulus-devlete sahip olduktan sonra Alman kültüründen bir Bach ya da Kant çıktı mı? İmparatorluk döneminde dünyanın en zengin dili İngilizce ile rekabet edecek bir zenginliğe sahip olan Türkçe bugün ne haldedir? Hakkı Devrim’in deyimiyle Büyük Zafer’in 87. yılını kutlarken 87 kelimeden daha fazla bir literatüre sahip olmayan bir konumda mıdır?

Son olarak federal devlet-üniter devlet (her ikisi de ulus-devlettir) kıyaslamasına ilişkin bir istatistik verelim. Ekonomist’in 2008 yılında yayınladığı demokrasi indeksine göre dünyadaki 167 devlet üzerinden tam demokrasi, kusurlu demokrasi, melez (demokrasi ve otoriter karışımı) ve otoriter rejimler sınıflamasında, otoriter rejimler kategorisinde yer alan üniter devlet sayısı federal devlet sayısından orantılı olarak iki kat daha fazla. Yine, tam demokrasilerde federal devletler orantılı olarak üniter devletlere iki kat fark atıyor. Yani istatistiksel olarak federal devletler üniter devletlere göre iki kat daha fazla demokrasi barındırıyor.

Bütün bu aktardığım verilere ilişkin değişik açıklamalar ve değişik etkenler ileri sürülebilir. Zaten benim de bu yazıda amacım konunun hakikatini ortaya koymak değil. Sadece ulus-devlet ve üniter devlet vakıasının tarihselliğini ortaya koymak ve dogmalaştırılmasına ve fetişleştirilmesine itiraz etmek.

Zaman, 10.09.2009

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et