Haftalık Agos gazetesinde dehşet verici fakat devletlerin, özellikle T.C.’nin zihniyetini bilenlere hiç şaşırtıcı gelmeyen bir devlet uygulaması haber yapıldı. 1923’ten beri ülkemizdeki gayri Müslim vatandaşlarımıza bir ”soy kodu” uygulanıyormuş. Nüfus kaydında Rumlara 1, Ermenilere 2, Yahudilere 3 ve Süryanilere 4 kodu veriliyormuş. Rezalet, 1915’ten sonra zorla Müslümanlaştırılan, fakat sonradan eski dinine dönen bir kadının torununun Ermeni anaokuluna kaydettirilmek istenmesi sırasında açığa çıkmış. Çocuktan Milli Eğitim’den kaydolmasında bir mahzur olmadığına dair bir belge getirmesi istenmiş. İstanbul M. E. M., bize değil Şişli M. E. M.’ne başvurmanız gerekir diye bir resmî yazı vermiş. Yazıda şöyle deniyormuş: ”Söz konusu okullara kayıt olacak öğrencinin velisinin mahkeme kararı ile din, isim, mezhep değiştirip değiştirmediğinin bilinmesi, 1923 yılından bu yana ‘vukuatlı’ nüfus kayıtlarının gizli soy kodunun da (nüfus kayıt örneğinde Ermeni vatandaşlarımızın soy kodu 2’dir) çıkartılması gerektiğinden, öğrencinin velisinin ilgili nüfus ve vatandaşlık müdürlüğünden nüfus kayıt örneğinde gizli soy kodunun 2 olması hâlinde kaydının…”

Bu olay, tek başına, T. C.’nin probleminin ne olduğunu göstermeye yeterli: Kuruluş felsefesi. T. C. İnsan hak ve özgürlükleriyle uzlaşması imkânsız bir anlayış üzerine kuruldu. Bu zihniyet tüm bireylerin ve toplum kesimlerinin ne iseler o olarak tanınmasına ve saygı görmesine dayanmadı. Siyasalı değil, toplumsalı hedef aldı ve siyasalı toplumsalı değiştirmenin ve dönüştürmenin aracı kıldı. Bunun ne denli kötü bir tercih olduğunu, H. Arendt’in Fransız ve Amerikan Devrimleri karşılaştırması üzerinden anlatmaya çalışayım. Arendt’e göre özgürlüğü tesis etmede Amerikan Devrimi hem FD’den hem Bolşevik Devrimi’nden daha başarılı oldu. Bunun sebebi, AD’nin, özgürlüğü sosyal değil siyasal bağlamda düşünerek, topluma müdahale yerine özgürlüğü koruyacak bir siyasal çatı çatmaya yönelirken, FD ve BD’nin özgürlüğü kurma adına topluma müdahale etmeyi amaç ve dert edinmiş olmasıydı.

T.C.’nin kimilerince devrim denilen kuruluş ve şekillenme süreci de, özgürlükçü felsefeyi kabul edip, toplumsal çeşitliliği barış içinde bir arada tutacak bir siyasal (ve hukukî) çerçeveyi benimsemek yerine, idealize edilmiş bireylerden müteşekkil bir toplum yaratmak istedi. Bu projenin nirengi noktalarını, ideal bireyde aranan özellikleri ifade eden sözcüklerin ilk harflerini bir araya getirerek ifade edebiliriz: L.A.S.T. 1950’ye kadar bu, laik, Sünnî ve Türk demekti. Daha sonra, A, Atatürkçülüğü sembolize etmeye başladı. Bu anlayışa göre, iyi vatandaş devletin istediği biçimde laik olan, Atatürkçülüğü iliklerine kadar benimseyen, hafifleştirilmiş ve devletçe tanımlanıp sınırları çizilmiş Sünnî İslam inancına bağlı ve etnik olarak has Türk veya kendini Türklüğe ait hisseden kimsedir. Bunun dışında kalanlar, içeri alınmak için endoktrinasyona tabi tutulur. İtiraz edenler baskı altına alınır, tecrit edilir, hapsedilir, katledilir.

Türkiye’de her kesim bu tedip, terbiye ve tasfiye sürecinden nasibini az çok almıştır. Bu çerçevede sıfır veya en az mağduriyet yaşayanlar Kemalistler ve Türk milliyetçileridir. Kürtlerin ve dindar Müslümanların durumu malûm. Gayri Müslimlerin hâli ise dramatik. Onlar devletin daimî baskı, dışlama, zulüm ve ayak oyunlarına ilâveten toplum çoğunluğundan gelen, çoğu zaman devlet propagandası takviyeli baskı ve tehditlerle de karşı karşıya. Yoksa, 1923’ten beri süren fişleme gibi utanç verici bir uygulamanın şimdiye kadar bir şekilde deşifre ve hiç olmazsa görünürde tasfiye edilmiş olması gerekirdi.

Uygarlık bütün bireylerin ve vatandaş gruplarının tek tipleştirilmesinden kaçınmayı ve herkesi önce ne ise o olarak (kendisini nasıl görüyorsa) tanımayı sonra eşit kamusal muameleye tabi tutmayı gerektirir.

Bu yazı Yeni Şafak Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.