Tarihin geri dönüşünü ve Türkiye’nin yeni rolünü doğru okumak

Türkiye’nin, Gazze Savaşı sırasında başlayan ve ABD-İran arasındaki nükleer kriz dolayısıyla yeniden görünür hale gelen, Batı’yla ters düşen diplomatik ve siyasi duruşu içeride ve dışarıda pek çok kimseyi şaşırtmış gözüküyor.
 
Kendisini merkez medya olarak tanımlayan gazetelerde dış politika konusunda kalem oynatan bazı yorumcular Türkiye’nin İran’la yakınlaşmasını ve İsrail’e mesafe koymasını anlamakta zorlanıyorlar. Bazıları ideolojik olarak AK Parti’ye zaten soğuk baktığı için onların tutumunu anlamak kolay olsa da, bazen sağduyu sahiplerinin ve hatta AK Parti içindeki üst düzey bazı danışmanların dahi Türkiye’nin bu yeni tutumunu siyasi olarak riskli buldukları ve eleştirdikleri de söyleniyor. Oysa, Türkiye’nin yeni rolünü ve dış politikasının altında yatan motivasyonları anlamak için konuya günlük gelişmelerin ötesinden bakmak ve son yıllarda dünya jeopolitiğindeki güç kaymalarını ve bunların bölgemize olan etkilerini derinlemesine analiz etmek gerekiyor.

Tarihi oldukça realist paradigmadan okuyan ve neo-con siyasi elitin parçası olan Robert Kagan’ın son kitabı “Tarihin Geri Dönüşü ve Rüyaların Sonu ” başlığını taşıyor. Oldukça güçlü argümanlara sahip olan kitabın ilk cümlesi “dünya politikası yeniden normal hale geldi” diye başlıyor. Uluslararası siyasetin normal hale gelmesi, Amerikan hegemonyasının zayıflaması ve büyük güçler arasındaki küresel rekabetin yeniden başlaması demek. Benzer argümanları Fareed Zakariya’nın “The Post American World” (Amerikan Sonrası Dünya) kitabında; ya da Paragh Khanna’nın The Second World (İkinci Dünya) başlıklı çalışmasında da görmek mümkün.

Nasıl ve kim tarafından ifade edilirse edilsin, II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan ve 1991-2001 döneminde zirveye ulaşan Amerika’nın dünya hakimiyeti sarsılıyor. ABD’ye küresel düzlemde üstünlük sağlayan ekonomik, askerî ve siyasî güç konfigürasyonunda; bir başka deyişle, temel güç parametrelerinde köklü değişiklikler var. Güç ilişkilerinde dengeler batıdan doğuya doğru kayıyor. Bunun anlamı, aslında yalnızca ABD’nin değil, genel olarak “Batı’nın” da zayıflamasıdır. Batı dünyasının aydınlanma çağıyla yakaladığı askerî, teknolojik, moral, siyasî ve bilimsel alanlardaki üstünlük tekeli kırılıyor. Gelişmekte olan ülkeler için artık Batı “tek” ilham kaynağı olmaktan çıktı. Thomas Friedman’ın dediği gibi küreselleşme süreci dünyayı herkes için daha düz duruma getiriyor. Zenginlik, güvenlik ve istikrar arayışındaki 3. dünya ülkeleri, Fukuyama’nın öngörülerinin aksine, yalnızca Batı’ya bakmıyor.

YENİ DENGELER KURULURKEN…

Başkan Obama, Amerikan hegemonyasının güç kaybettiği, oyun kuruculuk rolünün zayıfladığı ve Joseph Nye’in deyimiyle ABD’nin yumuşak güç unsurlarının kaybolduğu bir dönemin lideri olarak görülüyor. Elbette ki, ABD hâlâ dünyanın en güçlü siyasî ve askerî gücü olma pozisyonunu koruyor. Ancak Amerika artık “tek güç” değil. Küresel ekonomik ve siyasî arenada ABD, Avrupa Birliği, yükselen Çin; yeniden güçlenen Rusya ve diğer bölgesel aktörlerle (Hindistan, Japonya, Brezilya, Türkiye ve İran gibi) rekabet ve işbirliği yapmak zorunda kalıyor. Dahası, küresel mali krizin en çok etkilediği iki bölge olan ABD ve Avrupa ülkelerine karşı, yükselen güçler ekonomik, siyasî ve jeopolitik olarak beklenenden daha hızlı siyasî zemin kazanıyorlar.

Eskiden Çin’in, GSMH büyüklüğü bakımından ancak 2040 yılında ABD’yi yakalaması beklenirken, şimdi bu süre 2025’lere kadar çekilmiş durumda. Zira son on yılda ortalama olarak ABD % 3; AB ülkeleri % 1,7 büyürken, Çin % 10 büyüdü. Türkiye ve Brezilya ise ortalama % 5 büyüme sergiledi. Dolayısıyla, Türkiye’nin 2023 yılında dünyanın en büyük on ekonomisi arasına girme arzusu da artık “daha gerçekçi bir hayale” dönüşüyor.

Son yıllarda ABD hegemonyasını dengelemeye yönelik bölgesel işbirlikleri ve küresel ittifak arayışları da hız kazanıyor. BRIC ülkeleri denilen ve Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’den oluşan yeni oluşum her geçen gün etkisini artırıyor. Türk Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Brezilya’ya giderek, dünya nüfusunun yarısını temsil eden BRIC zirvesine katılması da bu bağlamda oldukça anlamlıdır. Türkiye bir yandan Batılı müttefikleriyle var olan bağlarını güçlendirirken, diğer yandan yükselen güçlerle küresel düzlemde işbirliği yapabilmenin fırsatlarını arıyor. ABD’nin nükleer silah arayışındaki İran’a karşı küresel işbirliğinin çerçevesini belirlemek ve bu ülkeye yönelik yeni yaptırımların devreye sokulmasına yönelik destek sağlamak amacıyla 43 ülkenin katılımıyla yapılan Washington zirvesinden somut bir sonuç çıkmaması, ABD’nin zayıflayan ikna gücünü göstermesi bakımından oldukça çarpıcıdır. Zirvede ABD planlarına karşı en güçlü tepkileri Çin’in değil de, Brezilya ve Türkiye gibi bölgesel aktörlerin göstermesi ise işin bir diğer önemli yönüdür. Nükleer silahlar konusunda Türkiye’nin dillendirdiği ve İsrail’in elindeki nükleer silahların da BM’nin gündemine alınması gerektiğine ilişkin “ahlaki tutum”, başta Ortadoğu ülkeleri olmak üzere dünya genelinde geniş bir kabul görmeye başlamıştır. İlginçtir, ABD zirvesinden bir hafta sonra Tahran’ın düzenlediği nükleer enerji zirvesine ise 73 ülke birden katılmıştır. Davutoğlu ise Tahran zirvesine katılamasa da, İran’ı ziyaret ederek nükleer krizde Batı ile İran arasında arabuluculuk yapmaya çalışıyor. Deyim yerindeyse, küresel düzlemde Türkiye tam saha diplomasi uyguluyor.
 
Öte yandan yükselen bir güç olarak Türkiye, hem kendi iç dinamikleri hem de uluslararası alanda takındığı tavırlarla giderek güçlü bir aktör haline geliyor ve küresel düzlemde siyasetçilerden akademisyenlere kadar geniş bir çevrenin ilgisini çekiyor. Her yıl düzenlenen ve tüm dünyadaki uluslararası ilişkiler çalışanlarının katıldığı Uluslararası Çalışmalar Derneği’nin (ISA) bu yılki toplantısı şubat ayı sonunda ABD’nin New Orleans şehrinde yapıldı. 2800 kayıtlı katılımcının bulunduğu konferansta konuşulan konular ve katılımcıların ilgisi, dünya politikasındaki değişimi göstermesi bakımından oldukça ilginçti. 2800 kişi içinde toplantıya katılan Türk akademisyen sayısı 108 idi. Dahası, toplantıya sunulan bildiri başlıkları üzerinden bir analiz yaptığımızda da Türkiye’nin dünyadaki artan önemini görmek mümkün. Bildiri başlıklarında geçen ülkeler bazında basit bir tarama yaptığımızda şu sonuçlar ortaya çıkıyor: ABD ve AB en çok tartışılan aktörler olarak ortalama 150 civarında bildiriye konu olurken; Çin 115; Hindistan 54 ve Türkiye 51 başlıkta; Brezilya ise 35 başlıkta geçiyor. Şüphesiz bu rakamların, ülkelerin uluslararası alandaki objektif güçlerini yansıttığını iddia etmiyoruz. Ancak dünya politikasının normalleştiği ve uluslararası sistemde birbirleriyle güç ve prestij peşinde koşan bir düzine devletin ortaya çıkmaya başladığı da bir gerçek.

Bu bağlamda Türkiye, güçlenen ekonomisi ve çevresiyle derinleşen ekonomik siyasi entegrasyonu ile bölgenin kaderinde önemli roller oynamaya başladı. İran’ın nükleer faaliyetleri söz konusu olduğunda, Türkiye’nin ambargo, yaptırımlar ve savaş tehdidi gibi tedbirler yerine, “öncelikle diplomasi” demesi ve bu konuda müttefiki Washington ile ters düşerek Brezilya ile birlikte hareket etmesini yeni dünyanın değişen koşullarını göz önüne almadan anlamak mümkün değildir. Türkiye’nin 1 Mart tezkeresinde hayır demesiyle başlayan süreç Türkiye’ye farkına varmadan önemli bir özgüven kazandırdı. Gazze olaylarına yönelik tepkiler ve şimdi de İran konusunda bağımsız bir tavır geliştirmesi, o kazanılan özgüvenin diplomatik yansımaları olarak görülmelidir. Türkiye’nin bu değişen rolünü anlamayanlar ise, dünyaya hâlâ 1990’lı yıllardaki Washington ve Tel Aviv penceresinden bakmaya devam edenlerdir. Türkiye’yi doğru anlamak için artık dünyaya kendi penceremizden bakma zamanıdır.

Zaman, 22.04.2010
 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et