Sosyalizm neden kaçınılmaz olarak diktatörlük üretir?

Sosyalizm en geniş ölçüde 20. yüzyılda uygulanma alanı buldu. 1900’lerin ikinci yarısında yaklaşık 40 ülkede sosyalist rejimler kurulmuş bulunuyordu (fakat sadece 15 kadarı uluslararası komünist harekete dahildi; resmen ve gerçekten komünist parti yönetimleriydi). Bu rejimlerin ortak özellikleri de vardı, farklı yanları da. Şaşmaz ortaklık hepsinin diktatörlük olmasıydı. Sosyalist ülkelerin tamamı fiilî olarak tek parti rejimleriydi ve hangi adı taşırsa taşısın, bu partiler ülkenin mutlak egemeniydi. Her ne kadar faşizmden farklı olarak siyasî söylemde lider öne çıkarılmadıysa da, sosyalist rejimin hükümranı tekelci sosyalist-komünist partiler, onun egemeni ise liderlerdi (parti başkanı, politbüro başkanı, parti genel sekreteri). Birçok sosyalist ülkede liderler hayat boyu iktidarda kaldı. Fiiliyatta liderleri değiştirme imkânı çok azdı. Bazı yerlerde sosyalizm bir tür “hanedan sosyalizmi”ne yöneldi. Küba ve Kore bunun en iyi örnekleri olarak tezahür etti.

Neden tüm sosyalist rejimler birer diktatörlük olarak boy gösterdi? Bu, sosyalizmden bir sapma mıydı? Yaygın kurnazlık taktiğini izleyerek sorarsak, diktatörlükler ideal sosyalizmin değil de reel sosyalizmin ürünü müydü? Sosyalizm yanlış uygulandığı için mi diktatörlükler doğdu? Sosyalizm doğru uygulansa diktatörlükler ortaya çıkmaz, demokrasilerdeki hak ve özgürlükler sosyalist ülkelerde de tam mânâsıyla var olabilir miydi?

Aslında sosyalizmin diktatörlük olduğunun söylenmesine kızılmasını anlamak zor. En büyük sosyalist teorisyen Karl Marx bunu zaten ifade etmişti. Sosyalist rejimin bir proleterya diktatörlüğü olacağını ve toplumu komünizme hazırlayacağını ileri sürmüştü. Rusya’da sosyalist rejimin kurulmasından sonra, komünizme geçişin tek ülkede sosyalizmle mi yoksa tüm dünyanın sosyalist olmasından sonra mı gerçekleşeceği yolunda tartışmalar yapıldı.

Bir sosyalizm gözlemcisi sıfatıyla, sosyalizmin diktatörlük pratiğinin orijinal teoriden bir sapma değil, ortodoks sosyalist teorinin doğal ve kaçınılmaz sonucu olduğu kanaatindeyim. Yani sosyalist ülkeler sosyalist teoriden saptığı için değil, teoriye sadık kaldığı için sosyalist diktatörlükler doğdu. Tersini iddia etmek, ispatlanması zor bir tez ortaya atmak anlamına gelir.

Sosyalizmin diktatörlüğe mahkûm olmasının sebepleri neler? En başta gelenleri “ideolojik taassup” ve “eşitlik ideali.” Bir diğeri, mülkiyet hakkının ilgasının yarattığı “mülklerin idaresi” problemi. Bunları biraz açıklayalım.

Ortodoks sosyalist teoriye göre, burjuva diktatörlüğünü (veya kapitalist sistemleri; hangisi hoşunuza giderse) yıkan ve sosyalist bir rejimin kurulmasını sağlayan devrimin hemen tamamlanması ve garanti altına alınması beklenemez.  Devrimin tamamlanması ve yerleşmesi için zamana ihtiyaç duyulur. Bu çerçevede, eski rejimin alışkanlıklarının ve tortularının tasfiye edilmesi uzun bir mücadeleyle olur. Çünkü sosyalist sistem içinde eski rejim dönemindeki şahsî menfaat takipçiliğine devam edecek kırıntılar olacaktır. Bunları engellenmek ve tümüyle tasfiye etmek için, baskı altında tutulmaları gerekir. Bu baskıcı bir rejim demektir. Hakeza, sosyalist rejim kurulmasına rağmen sosyalizme düşman düşünce ve davranış kalıplarına şartlandırılmış işçiler de olacaktır. Onların ideolojik eğitime tabi tutulması da sistematik bir endoktrinasyon çabasına ihtiyaç gösterir. Bu da zamana yayılan bir baskıcı rejim demektir.

Sosyalizmin en büyük değeri ve en yararlı propaganda aracı, eşitliktir. Ancak, sosyalist eşitlik tarzı, sosyalistlerin sevdiği bir deyişle, kendini nakzedecek ve tahrip edecek tohumları bağrında taşır. Sonunda eşitlik ideali hem diktatörlüğe yol açar, hem de muhtemelen kapitalizmdekinden daha ağır eşitsizliklere neden olur.

Eşitliği insanların aynı hayat şartlarına, aynı malî-maddî varlığa sahip olması diye tanımlayalım. Sosyalist bir rejimin tarihin belli bir anında mucizevî bir şekilde bu anlamda eşit bir toplum kurduğunu varsayalım.  Bu sürdürülebilir bir durum mudur? Eşitlik hali ebediyyen korunabilir mi?

Eşitliği kurduktan sonra topluma eşitlik adına müdahaleyi bırakırsanız, eşitsizlik yaratan faktörlerin tesirleri hemen ortaya çıkmaya başlar. Üretim araçlarının kamusal mülkiyet altında olması bunu önlemeye yetmez. İnsanlar davranış alışkanlıkları, tercihleri, hattâ şansları yüzünden eşitsizleşmeye doğru ilerler. Çok geçmeden eşitsizlik dikkat çekecek boyutlara ulaşır. Eşitlik temel idealse ve sosyalist devletin temel görevi insanları eşitlemek ve eşitlik içinde tutmaksa, devletin topluma devamlı eşitlikçi müdahalelerde bulunması gerekir. Ahlâk ve politik ekonomi profesörü James Otteson buna “sosyalizmin ikinci gün problemi” diyor. Topluma bu tür kapsayıcı ve daimî müdahalelerde bulunacak bir devlet, muazzam yetkiler ve araçlarla donatılmış olmalıdır. O bütün vatandaşlarını takip etmeli, onlarla ilgili kayıtlar tutmalı, bu kayıtlara dayanan politikalar oluşturacak organlar tesis etmeli ve bu politikaları destekleyecek zorlama (cebir) araçlarını yaratmalıdır. Bunu yapan devlet zaten zaptedilmez güce sahip bir diktatörlük olacaktır. Yani eşitlik gibi ulvî görülen bir değer ve amaç, insanların tahakküm altına girmesine yol açacak ve her türlü tahakkümü meşrulaştıracaktır.

Sosyalizmin neden kaçınılmaz olarak diktatörlüğe dönüşeceğine dair bir başka açıklama, mülklerin idaresi problemiyle  ilgilidir. Mülklerin idaresi her toplumun ana işlerindendir. Özel mülkiyetin egemen olduğu bir sistemde mülkleri sahipleri idare eder. Kamulaştırma, mülkiyet sahipliğini ortadan kaldırır, ama mülklerin idaresi problemini ortadan kaldırmaz. Mülklerin ne için, ne zaman, hangi kombinasyonlar içinde ve kimler tarafından kullanılacağının karara bağlanması gerekir. Bunu yapmak için devlet devreye girer. Tüm mülkleri idare etme yetkisine sahip bir kamu gücü kaçınılmaz olarak diktatörlüğe evrilir.

Evet, hem teorisi hem pratiği sosyalizmin diktatörlüğe mecbur ve mahkûm olduğunu gösteriyor.

Serbestiyet, 27.10.2017

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et