Özgürlük hukuk ve demokrasi

Demokrasinin toplumsal varoluş bakımından ifade ettiği değer, elbettetartışmasızdır. Yine de siyaset teorisi öteden beri bir siyasî ideal olarak demokrasinin değeri konusundaki tartışmalarla doludur.

Bu tartışmaların gösterdiği temel bir gerçek şudur ki, demokrasi ne yegâne, hatta ne de en üstün toplumsal-siyasal değerdir.

Şüphe yok ki, özgürlük, adalet ve hukukun üstünlüğü de toplumsal varoluş için vazgeçilmez olan değerlerdir. Hatta bunların demokrasiye nispetle daha temel değerler oldukları söylenebilir. Çünkü, bu değerler, sahici bir demokrasinin üzerine oturduğu zemini oluştururlar. Dolayısıyla özgürlük, adalet ve hukukun üstünlüğüne dayanmayan bir demokrasiyi değerli saymak için pek az sebep olacaktır. Bu değerler üzerine oturmayan ve/veya öyle işlemeyen bir rejim “seçimsel bir demokrasi”den ibaret kalacak ve muhtemeldir ki zamanla popülist bir otoriterliğe dönüşecektir.

Demokrasinin toplumsal varoluş bakımından değerli olduğunu söyledim. Bununla şunu anlatmak istiyorum: Demokrasi, siyasî bir toplum olarakorganize olmuş olan insanların “toplum” olmaktan kaynaklanan ortak meseleleri hakkında alacakları kararları ve bunların yol ve yordamını belirlemek işidir. Demokrasi bize, bu ortak veya kamusal kararları “bütün halkın” alması gerektiğini söylüyor. Demokrasinin öznesinin “bütün halk” olması gereği herkesin kendisini ilgilendiren kararların alınmasına katılmasının ahlâkî bir zorunluluk olmasından kaynaklanmaktadır. Bu zorunluluğun arkasında rasyonel-özerk bireylerin kendi ahlâk yasasını/normunu koymaya ehil olduğuna ilişkin Kantçı düşünce yatmaktadır.

Şu var ki, bugünkü demokrasi pratiğinin bu ideali gerçekleştirmekten çok uzak olduğu gerçeği, günümüz demokrasilerinin ahlâkî değerinin araçsal düzeye inmesine yol açmaktadır. Bu değer kaybını “millî irade” mitiyle de telâfi etmek mümkün değildir; esasen demokrasi teorisine ilişkin ciddî literatürde bu kavrama yer yoktur.

Öte yandan, ne şekilde anlaşılırsa anlaşılsın demokrasi, halkın karar yetkisinin sınırsız olduğu anlamına gelmez. Demokratik kamusal kararların elbette kapsam ve konu bakımından sınırları vardır; ancak sınırları belli edilmiş bir alan dahilinde kamusal karar alınabilir. Bu sınırların ne olduğuna gelince, her şeyden önce, “kamusal” nitelikte olmayan konular demokratik karar mekanizmasına tâbi değildir. Ayrıca kamusal kararlar içerik bakımından da sınırsız değildirler. Başka bir ifadeyle, kamusal kararlar sırf “halk” veya onun temsilcileri tarafından alındıkları için otomatik olarak meşru olmazlar; bu kararların ihlâl etmemeleri gereken bazı temel değerler vardır.  Bu iki sınır için en elverişli referans, özgürlük ve insan haklarıdır. Yani, özgürlük ve insan hakları, demokratik kararların uyması gereken en temel sınırı oluşturur. İnsan hakları demokratik yoldan etkisiz kılınamaz. Bu, siyasî örgütlenmenin kurucu aktörleri olan bireylerin birtakım dokunulmaz haklara doğuştan sahip olmalarının ortaya çıkardığı bir zorunluluktur. Başka bir anlatımla, toplumu kuran insanların toplumu kurarken önceden sahip oldukları haklardan bu yolla vazgeçmiş oldukları düşünülemez. Şüphe yok ki, vazgeçilmez ve dokunulmaz haklara sahip, akıl ve irade sahibi (kısaca, özerk ve özgür) olmayan bireylerin bir toplum “kurmaları”ndan söz etmek anlamsızdır. Dahası, dokunulmaz haklara sahip olan bireylerin toplum devam ettiği sürece bu konumlarını korumaları da mantıkî bir zorunluluktur; aksi halde bireyler toplumun kurucu aktörleri olma özelliklerini yitirmiş olurlardı.

İnsan haklarının bir demokrasideki yeri bakımından hayatî önemde olan başka bir nokta da şudur: Bizatihi demokrasinin işlemesi için de insan haklarının “Temel Haklar” veya “Anayasal Haklar” şeklinde hukukî olarak güvence altına alınmış olması gerekir. Kişilerin kamusal meseleler hakkında bilgi edinebilmeleri ve kamusal kararlara katılabilmeleri başta -hem sivil hem de politik anlamda- ifade ve örgütlenme özgürlükleri aracılığıyla mümkün olur. Halkın farklı görüşleri serbestçe öğrenme ve bunları tezekkür ederek istediği kararı vermekte öz­gür olmadığı yerde elbette demokrasiden söz edilemez.

Demokratik kararların sınırının ikinci referansı hukukun üstünlüğüdür. Hukukun üstünlüğü ilk olarak “hukuk devleti” anlamına gelir. Buna göre, devlet hukuka bağlı olmalı; yani, devletin her türlü faaliyeti hukukun sınırları içinde kalmalı, bütün iş ve işlemleri hukuka uygun olmalıdır. “Hukuk devleti” anlamında hukukun üstünlüğü, ayrıca, kamu otoritelerinin sadece hukuken yetkilendirildikleri durumlarda harekete geçmelerini, iş ve işlem yapmalarını, bunun dışında hareketsiz kalmalarını gerektirir. Onun içindir ki, anayasal ve hukukî olarak yetkilendirilmediği veya yetkisinin sınırlarını aştığı yerde devlet yoktur; “demokratik” dahi olsa, böyle durumlarda devlet gibi görünen şey gerçekte bir kaba güç organizasyonu veya çetedir.

Hukuk devletinin kişiler için sağladığı, birbirine bağlı başlıca iki gözle-görünür avantaj vardır: (a) hukukî güvenlik, (b) keyfî yönetimin dışlanması. Bunların her ikisi de hayat planlarını kendi uygun gördükleri şekilde gerçekleştirmek için kişilere korunmuş özel alanlar sağlar. Böylece, geleceğe dönük hayat plan ve projelerimizi herhangi bir keyfî devlet müdahalesinden korunmuş olarak ve kuralların keyfî bir şekilde değiştirilmeyeceğinden emin olarak yürütmemiz mümkün olur.

Hukukun üstünlüğünün başka bir anlamı da “üstün hukukîlik” fikri oluşturur. Bu anlamda hukukun üstünlüğü devletin hukukla bağlı olmasının yanında, bizatihi hukukun da bazı üstün standartlara uygun olmasını gerektirir. Başka bir anlatımla, hukukun üstünlüğü açısından hukukun nasıl olması gerektiği, (herhangi) bir hukukun varlığından daha önemlidir. Hukukun üstünlüğü sadece devletin uyacağı (herhangi) bir hukukun var olmasını değil, bu hukukun belli bazı özellikleri de taşımasını gerektirir. Burada, söz konusu üstün standartların pozitif hukuka -ve elbette genel olarak siyasî rejime- yol göstermesi beklenir.

Öte yandan hukukun üstünlüğü ile adalet arasında kopmaz bir bağ vardır. Hukukun üstünlüğünden kastedilenin adalet vaadi olduğu sıkça söylenir. Hayek’in dediği gibi, “insanların bir hukuk düzenini keyfî yönetimden ayırt ettiklerinde akıllarında tuttukları” şey adalet idealidir. Tabiî hukuk geleneğinin temsilcileri ta Stoacılardan bu yana sadece “adil” kanunların hukuk adını hak ettiğini veya hukukun adaletin gerçekleştirilmesinin aracı olduğunu vurgulamışlardır. Hukukun üstünlüğü bağlamında adalet ise hem Lon Fuller’ın hukukun tanımından koparılamaz olduğunu söylediği (“hukukun içsel ahlâkı”) ve esas olarak hukukta belirlilik, öngörülebilirlik ve tutarlılığı garanti eden bildik evrensel ilkeleri, hem de hukuk uygulamasında gözetilmesi gereken tarafsızlık ve hakkaniyeti kapsar. Hukukun üstünlüğü kuralların “doğal adalet”i ve usulî hakkaniyeti gözeten bir dikkat ve özenle uygulanmalarını da gerektirir.

Zaman, 06.04.2014

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et