Ortadoğu’da Pax Turcica

Mavi Marmara baskını ileride, Ortadoğu’da küresel sistemle uyumlu yeni bir pax-Turcica döneminin başlamasının miladı olarak anılacaktır. Akdeniz’de İsrail’in döktüğü kan, Ortadoğu’da Türkiye öncülüğünde kurulacak yeni barış düzenin ilk can suyu olacaktır.

Gazze savaşından bu yana Filistin halkına karşı süren ağır İsrail ablukasını kırmak için yola çıkan sivil ve silahsız Türk yardım gemisine yönelik olarak, İsrail’in Akdenizin uluslararası sularında giriştiği kanlı askeri operasyon Türk-İsrail ilişkilerini hiç olmadığı kadar gerdi. Gazze saldırıları sırasında Başbakan Erdoğan’ın sert tepkisiyle sarsılan, one minute olayıyla derinleşen, ‘alçak koltuk’ mizanseniyle diplomatik krize dönüşen ikili ilişkiler, Mavi Marmara baskınıyla kopma noktasına geldi. Açık bir askeri çatışmaya dönüşecek seviyeye ulaştı.

ABD’nin araya girmesi ve İsrail’in tüm yardım gönüllülerini derhal serbest bırakması ile şimdilik Ankara’nın İsrail’e karşı güç kullanması veya diplomatik ilişkilerini tamamen kesme olasılığı ortadan kalkmış gibi görünmektedir. Ancak bu saldırının yarattığı insani, siyasi ve psikolojik sonuçlar, Türk İsrail ilişkilerini ve Ortadoğu’daki stratejik güç dengelerini yeniden tanımlayacak kadar önemli bir gelişmedir.

Bu süreçte içeride siyasi birliğini koruması ve dışarıda ise diplomatik ve ekonomik kozlarını doğru oynaması kaydıyla, Türkiye’nin hem Ortadoğu’da ve hem de küresel sistemdeki rolünün giderek artması; buna karşın İsrail’in ise etkisi ve moral otoritesi giderek zayıflayan bir ABD’nin desteğine rağmen, kendi bölgesinde normal bir Ortadoğu ülkesi haline gelmesi kuvvetle muhtemeldir. İsrail siyasi eliti, küresel ve bölgesel güç kompozisyonundaki değişmeleri doğru okuyamadığı sürece kaybetmeye mahkûmdur.  

Gerginlikler stratejik

Siyasi tarihin bize öğrettiği önemli derslerden birisi şudur. Küresel veya bölgesel düzeyde jeopolitik güç değişiminin yaşandığı dönemlerde statüko güçleri ile yükselen güçler arasında çatışma ve gerginlikler kaçınılmazdır. Modern Ortadoğu’nun sınırları Osmanlı’nın parçalanmasıyla Avrupalı sömürgecilerce çizilmiş; jeopolitik mimarisi de II. Dünya Savaşı sonrasında ABD tarafından şekillendirilmiştir. Bölgeye yönelik Batı politikalarını anlamada iki faktör belirleyicidir. İlki, bölgedeki zengin enerji kaynaklarının batılı pazarlara güvenli akışını garanti eden otoriter Arap yönetimlerinin işbaşında tutulmasıdır. İkincisi ise, Batı’nın asırlardır süren Yahudi sorununu çözmek ve Hitler’in işlediği insanlık suçlarından dolayı Batı vicdanını rahatlatmak için bölgede kurdurduğu İsrail devletinin ne pahasına olursa olsun yaşamasının sağlanmasıdır. Bu yapı, ABD merkezli Batı dünyası küresel sistemdeki ekonomi-politik ağırlığını ve askeri üstünlüğünü koruduğu sürece, Filistin halkının kan ve göz yaşına rağmen son altmış yılda ayakta kalmıştır. Ancak gerek ABD gibi güçlerin yanlış kararları gerekse küreselleşme dinamikleri dolayısıyla son çeyrek asırda dünya dengelerinde köklü bir değişim yaşanmaktadır. Ekonomik üretim, zenginlik, güç ve refah ekseni batıdan doğuya, buna bağlı olarak küresel jeopolitiğin ağırlık merkezi de Transatlantik alandan Asya’ya doğru kaymaktadır. Dolayısıyla Çin, Hindistan ve Rusya gibi ülkeler küresel düzlemde yeni oyuncular olarak ortaya çıkarken, Brezilya ve Türkiye gibi ülkeler bölgesel güç merkezleri olmaktadır.

Değişen jeopolitiğin Ortadoğu’ya yansıması ise, hem enerji açlığı çeken Çin gibi ülkelerle kendisi de enerji devi olan Rusya gibi aktörlerin Ortadoğu’ya olan ilgilerinin artması şeklinde olmaktadır.

Türkiye ve İran gibi bölgesel güçler içinse Ortadoğu hem bir doğal çıkar alanı, hem de tarihsel olarak doğal ekonomik hinterlantları olarak görülmektedir. Türkiye bölgedeki etkisini daha çok ekonomik entegrasyon ve işbirliği gibi soft-power unsurlarını kullanarak ve Batılı statüko güçlerinin çıkarlarını da gözeterek artırmaya çalışırken; İran ise nükleer silah gibi kendisine prestij sağlayacak hard-power öğeleri ve Batı’ya meydan okuyan çatışmacı bir politika izleyerek bölgede etkin olmaya çalışmaktadır. Bu denklemde İsrail, bölgede Batı’nın bir uzantısı olarak Soğuk Savaş koşullarında kendisine geniş bir manevra alanı açmış ve sahip olduğu silah teknolojisi ve caydırıcı gücüne dayanarak, bölgede kendi jeopolitik güç potansiyelinin çok ötesinde belirleyici bir aktör haline gelmiştir.

İsrail’in hazımsızlığı

Bugün İsrail bölgede 1945’lerde kurulan güç dengelerinin kalıntısı olan residuel bir aktördür. Dünyada kartların yeniden karıldığı, ABD hegemonyasının sarsıldığı, Kagan’ın deyimiyle “dünya politikasının yeniden normalleştiği” bir dönemde, İsrail’in Ortadoğu’da tek belirleyici güçmüş gibi davranmayı sürdürmesi Tel Aviv’deki devlet elitlerinin politik vizyonlarını değişen zamana ve yeni koşullara uyarlayamadığının işaretidir. Netanyahu ve Liberman ikilisi, İsrail’in ABD yardımıyla kazandığı 1967 ve 1973 zaferlerini ve masum Filistin halkına karşı giriştikleri Sabra ve Şatilla katliamları ile son Gazze olayında yaptıklarını gelecekte de yapabileceklerine inanmaktadırlar. İsrail’i Türkiye’ye karşı hazımsızlığa iten şey ise, Türkiye’nin Ortadoğu’da giderek İsrail’i  dengeleyici ve çevreleyici bir güce dönüşmesidir. Türkiye artık her fırsatta, tüm uluslararası platformlarda İsrail’in haksız uygulamalarını eleştirmektedir. Netanyahu hükümetinin anlamakta zorlandığı şey de, Türkiye’nin geliştirdiği tezlerin ABD ve Avrupa gibi uluslararası güçlerce de desteklenmesidir.    

Resmin büyüğüne bakılığında, ABD ve Avrupa yükselen Çin ve Rusya eksenine karşı Batı’nın üç asırdır süren küresel hegemonyasını 21. yüzyılda da sürdürülebilmesi için İslam dünyasının (Ortadoğu’nun) enerji kaynaklarına ve siyasi desteğine ihtiyaç duymaktadır. Bu bölgede ise modern demokrasisi, yükselen ekonomik gücü ve tarihsel tecrübesiyle Türkiye Batı için en güvenilir ortaktır. İran’ın hem dini-siyasi anlayışı, hem dış dünya ile ilişkileri bu ülkenin rıza temeline dayalı bir bölgesel işbirliğini yaratma kapasitesini zayıflatmakta. Kaldı ki Batı için İran, terörü destekleyen güvenilmez bir devlettir. İsrail’e gelince, bu ülkenin topraklarının Ortadoğu’da bulunması dışında, bölge halkları ile hiçbir ortak bağı yoktur. Bu nedenle İsrail tamamen yapay bir varlık olmaktan kurtulamamıştır. İsrail’in 30 asır önce yaşanan bir tarihi, modern dönemde yeniden inşa etme arayışı anakronik ve ütopyacı bir yaklaşımdır. Tüm bu gerekçelerle, Türkiye bölge ülkeleri için inandırıcı bir güç ve Erdoğan ise bölge halkları için sahici bir lider olarak görülmeye başlanmıştır. Filistin sorunu ise tüm bu güç ilişkilerinin ve bölgedeki sembolik siyasetin kesişim noktasını oluşturmaktadır.

Bağımsız Filistin için can suyu

İsrail ve Türkiye arasında 1990’larda kurulan stratejik ittifakın başka bir nedenden değil de, Filistin sorunu nedeniyle bozulması ve krize girmesi oldukça anlamlıdır. Peki neden? Öncelikle, Arap ve İslam dünyasında Filistin tüm halkların ve siyasetçilerin tek ortak sorunudur. Ortadoğu’da sokağın desteğini, siyasi elitlerin sempatisini ve saygısını kazanmanın en kestirme yolu Filistin sorununu çözmekten geçer. İkincisi, Filistin aynı zamanda tüm dünyanın yüzyıldır çözülemeyen sorunudur. Bölgede kalıcı barışı kurmanın ve bölge ülkelerindeki siyasetin normalleşmesi ve demokratikleşmenin yolunun açılabilmesi için Filistin sorunu mutlaka çözülmelidir. Öte yandan 11 Eylül’den sonra hazırlanan pek çok raporda, Ortadoğu’da radikalizmin doğuş ve beslenme kaynağı olarak Filistin sorunu gösterilir. Türkiye için de Filistin önemlidir. Bu bölge için Osmanlı’nın halefi olan biz Müslüman Türkler kendimizi vicdanen sorumlu hissetmekteyiz. Yani bölgede barış ve istikrar arzulayan Türkiye önce herkesin ortak sorunu olan ve insanlığın vicdanını rahatsız eden Filistin sorununa sahip çıkma gereği duymaktadır.

İsrail’e meydan okuyarak Gazze’ye yardım ulaştırmayı amaçlayan çok uluslu insani yardım konvoyunun Türkiye merkezli İHH öncülüğünde düzenlenmesi de tesadüf değildir. İsrail de Türkiye’nin niyetlerini doğru okumakta, bölgede manevra alanının daralmaya başladığını fark etmektedir. Aşırı güç kullanmasının, kan akıtmasının altında, bölgenin yükselen gücü Türkiye’nin Filistin konusundaki direncini kırma, bölgede siyasi oyun kurucu olmasını engelleme arayışı var. İsrail Türkiye’nin bölgedeki gücünü bu tür oldubittiler yaratarak test etmekte ve İsrail’e karşı nereye kadar gidebileceğini görmek istemektedir. Türkiye’nin son gemi krizi sonrasında atacağı adımlar ve geliştireceği stratejiler İsrail’in bölgedeki politikalarının geleceği bakımından önem arz ediyor. Kesin olan şu ki, her statüko gücü gibi İsrail de kaybetmeye mahkumdur ve uzak olmayan bir dönemde Gazze’deki abluka kalkacağı gibi bağımsız bir Filistin devletinin kurulması da hızlanacaktır. Mavi Marmara baskını ileride, Ortadoğu’da küresel sistemle de uyumlu yeni bir pax-Turcica döneminin başlamasının miladı olarak anılacaktır. Bu anlamda Akdeniz’de İsrail’in döktüğü kan, Ortadoğu’da Türkiye öncülüğünde kurulacak yeni barış düzenin ilk can suyu olacaktır.

Star- Açık Görüş, 07.06.2010
 

 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et