Milli irade çoğulculuk ve “ileri demokrasi”

Türkiye’de orta-sağ geleneğin sahiplendiği “Milli irade”, çoğulcu anlayışla bağdaşması zor bir toplum tasavvuru tahayyül eder

Türkiye’de öteden beri merkezsağ iktidarların söyleminde “milli irade” kavramının vazgeçilmez bir yeri olmuştur. Bu kavrama bir yandan “milli egemenlik”i ikame eder şekilde atıfta bulunulurken, öbür yandan bununla çoğulcu anlayışla bağdaşması zor bir monolitik toplumsal-siyasal tasavvur ima edilmektedir. “Milli irade”nin milli egemenlikle -daha genel olarak, egemenlikle- ilişkisini şimdilik bir yana bırakıp, bu yazıda kavramın işaret ettiği siyasi birlik tasavvurunun bazı implikasyonları üzerinde durmak istiyorum.

Orta-sağ geleneğin “milli irade” söyleminin bu ikinci unsuru, hem parlamento seçimlerinde ortaya çıkan sonucu kolektif bir öznenin bilinçli olarak irade ettiği, özel anlam taşıyan bir mesaj olarak takdim etmekte, hem de bu kollektif özneyle (“millet”) çoğunluk partisini özdeşleştirmektedir. Bu da, kaçınılmaz olarak, iktidar partisi mensuplarının kendilerine yönelen muhalefeti “milli irade”ye -dolayısıyla da “millet”e ve “onun değerleri”ne- karşı çıkış olarak görmelerine yola açmaktadır.

Aynı zamanda siyaseti de mistifiye eden, onu neredeyse uhrevi bir mesele haline getiren “milli irade” eksenli bu tipik sağcı söyleme, özellikle 2007’de daha güçlü bir şekilde iktidara geldikten sonra Adalet ve Kalkınma Partisi de kısa sürede uyum sağladı. Bu, benim bu parti bakımından öteden beri dikkat çektiğim muhtemel sapmalardan birisi olmuştur. Bu uyarı bugün de hayati önemdedir, çünkü söz konusu anlayış Türkiye’nin demokrasi şansı için ciddi bir risk oluşturmaktadır.

Nitekim, bugün iktidar partisinin kısmen resmi sözcüleri, ama daha çok da “paralel merkez medya”daki kategorik destekçileri yazıp söyledikleriyle, herkesin “milli irade”ye ters düşmemek için iktidar partisiyle aynı dalga boyunda konuşmasıve davranması gerektiğine inandıkları izlenimi veriyorlar. Özellikle bu ikinciler hatta zaman zaman “milletin değerleri”ni temsil ettiğini düşündükleri AKP’nin politikalarına uyum göstermemeleri halinde diğer siyasi partilerin -bile- ”milli irade”ye ters düşmüş olacaklarını ima eden bir dil kullanıyorlar.

Bu söylem tarzını zaman zaman daha da ileri götürerek, AKP’nin seçim zaferinin muhafazakâr değerlerin de onaylanması anlamına geldiğini, çünkü “milli iradenin bu yönde tecelli ettiği”ni söylemeye çalışanlar var. Yazıp konuştuklarından, bunların AKP’nin seçim zaferinin “milletimizin değerleri”nin iktidara gelmesi anlamına geldiğini ve böylece (Türkiye’de) adeta “tarihin sona erdiği”ni düşündükleri anlaşılıyor. Bu münasebetle ifade etmek isterim ki, ben sayın Başbakan’ın sadece partisinin mensuplarına değil genel kamuya yönelik konuşmalarında da yurttaşlara ısrarla “kardeşlerim” diye hitap etmesinde, onun muhafazakâr değerlerin “milli irade” tarafından onaylandığını düşündüğünün ve toplumu muhafazakâr değerler etrafında kenetlenmiş organik bir cemaat olarak tasarladığının işaretini görüyorum.

Şunu söylemek zorundayım: Muhafazakâr değerleri temsil eden bir siyasi partinin seçimlerden galip çıkması ona sadece ülkeyi hukuka uygun olarak yönetme yetkisi verir; bu galibiyetten, aynı zamanda o partinin temsil ettiği değerlerin ve hayat tarzının da seçmenler tarafından onaylandığı gibi bir sonuç çıkaran bir söylem, “milli irade”yi işin içine katmasa bile, zaten demokratik değildir. Çünkü, kişi ve grupların felsefi-ahlâki ilkelerin ve bu arada hayat tarzı tercihlerinin doğruluk veya yanlışlığı kamusal kararlarla belirlenemez. Bu meselelerin demokrasilerin kollektif karar alma alanının dışında kaldığı günümüz liberal demokrasilerinin temel öncüllerindendir.

Fakat bu söylemde daha da sorunlu olan taraf, “milletin değerleri”ni temsil iddiasının “milli irade” mitiyle desteklenmesidir. Varoluşun birçok veçhesi bakımdan farklılıklar içermesi kaçınılmaz olan çoğulcu bir toplumda böyle yekpare bir “milletin değerleri” (“milli ve manevi değerlerimiz”) setinin gerçekle ilişkisi yoktur. Onun içindir ki, aslında AKP’lilerin bununla kastettikleri, kendilerince makbul olan değerler ve hayat tarzıdır.

İşte bu muhafazakâr duyarlılığın “milli irade” mitiyle bütünleşmesi ihtimalidir ki, AKP’nin gerçekleştirmekte olduğunu iddia ettiği “ileri demokrasi”nin önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır. Çünkü, bir adım sonrası, halihazırda zaten neredeyse hegemonik konumda olan muhafazakâr değerlerin kamu gücü marifetiyle bütün topluma teşmil edilmesi olabilecek olan bu anlayış, bırakınız “ileri demokrasi”yi, mütevazı anlamda bir demokrasi için bile vazgeçilmez olan çoğulculukla bağdaşmaz ve zorunlu olarak otoriter bir potansiyel taşır.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bilinçli olarak kendi hayat tarzını bütün bir topluma dayatmaya dönük bir projeyi uygulamaya çalıştığını söylemek istemiyorum. Halihazırdaki şartlar itibariyle, bu iddiada bulunmak partiye açık bir bühtan olur. Anlatmak istediğim, tanımladığım türden bir zihniyetin doğası gereği içinde taşıdığı tehlike potansiyelidir. Çünkü, çok muhtemeldir ki, AKP’liler kendilerinin hem “milletin değerleri”ni temsil ettiklerine, hem de iktidarlarının “milli irade”nin eseri olduğuna samimiyetle inanıyorlardır. Tehlikeli olan işte bu inancın kendisidir.

Mesele şu ki, bu şekilde anlaşılan bir “muhafazakâr demokrasi” AKP’lileri farklılıklara saygıyı terk etme ve eleştiriyi düşmanlık olarak görme yoluna “doğal olarak” sokabilir. Daha kötüsü, laikçi iktidar seçkinlerinin gadrine uğramış bir toplumsal kesimin temsilcisi olarak AKP kendi tabanının yakın zamana kadar maruz kaldığı haksızlıkları telafi etme yolunda fazla ileri giderek bu sefer kendisinin başkalarını mağdur etmeye başlaması ihtimalidir.

Balkon konuşması vatandaş için güvence olamaz

Meseleye böyle bakıldığında, sayın Başbakanın 12 Haziran akşamı yaptığı “balkon konuşması” kabilinden iyi niyet jestleri farklı hayat tarzı sahipleri ile güncel ve potansiyel AKP muhalifleri için kendi başına bir güvence teşkil etmiyor. Esasen, demokratik bir hukuk devletinde hiç kimse kendi güvenliğini iktidar partisi liderinin kişisel olarak verdiği güvenceye bağlayamaz. Onun için, anayasal bir demokraside asıl güvence, başta liderlik kadrosu olmak üzere iktidar partisi mensuplarının kendi “demokrasi” tasavvurlarını çoğulcu-demokratik anlayış doğrultusunda dönüştürmeleri ve bununla tutarlı olarak hukukun üstünlüğüne, insan haklarına ve “eşit yurttaşlık” hukukuna sımsıkı sarılmalarıdır.

Taraf, 09.07.2011

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et