Mahkemede bir gün

Derya Moray ve Nilgün Karan. Beden Eğitimi’nde son sınıfta olan öğrencilerim. Yaklaşık üç yıldır tutuklu olarak yargılanıyorlar; biri Mardin, biri Siirt Cezaevi’nde kalıyor. 29 Kasım gününe kadar Derya ve Nilgün’le hiç yüz yüze gelmemiştim. Tanışmamız, cezaevinden bana gönderdikleri mektuplarla oldu. Son mektuplarında davalarının karara bağlanacağını söylemişlerdi. Duruşmalarına gittim. 13.30’da başlaması gereken duruşmanın 16.30 gibi başlaması iyi oldu. Zira baro odası ve koridor arasında geçen zamanda çok şey öğrendim.

Derya’nın ablası ve annesiyle tanıştım. Kızı üç yıldır tutuklu olan ve çektiği acı yüzünden okunan anne, yine de ümidini koruyordu: “Bekliyoruz, iyi olacak inşallah” dedi. “İnşallah” dedim ben de, gülümsemeye çalışarak.

Duruşmaların yoğun olduğu bir gündü. Aileler, duruşmalara gele gide akraba olmuşlar adeta; herkesi kendi çocukları gibi sahipleniyorlar. Yaşlı bir amcanın yanında oturuyorum; mübaşir bir ad okudu ve yakınlarının duruşma salonuna geçebileceğini söyledi. Amca kalktı salona doğru yöneldi, “Sizin oğlunuz mu?” diye sordum. “Hayır” dedi, “ama bütün öğrenciler benim evladımdır. Kim çıkarsa, evladım çıkmış gibi seviniyorum.”

Baro odasında avukatlarla baktıkları davalardaki inanılması zor hukuk ihlallerini konuştuk. Gizli tanık, telefon dinleme, vb. uygulamalara -somut gerçeği ortaya çıkarmaktan ziyadekişileri suçlamak için başvurulduğunu; hâkim ve savcılarını tüm yargılamayı polis fezlekeleri üzerine inşa ettiklerini, bunun da yargılamayı anlamsız kıldığını belirttiler. Üç noktaya özellikle dikkat çektiler:

İlki, çok kolay tutuklama kararı verildiğiydi. Avukatlara göre; uzun tutukluluk halleri adil yargılamayı mümkün olmaktan çıkarıyordu. Zira önündeki dosyada sanığın uzun süre tutuklu kaldığını gören hâkim -vermesi gerektiğine inansa bileberaat kararı vermekten imtina ediyor; en azından sanığın içerde kaldığı süreyi haklılaştırmak için zorlama mahkûmiyet kararları veriyordu.

İkincisi, hâkimlerin verdikleri kararlarla, TCK ve TMK’da zaten çok geniş tutulmuş olan “terör” tanımını daha da genişlettikleriydi. Avukatlar, “terör örgütüne üye olmasa da örgüt adına suç işlemek, “suç ve suçluyu övmek”, “örgütün çağrısı üzerine suç işlemek” gibi muğlak kavramların kişilerin otomatik olarak cezalandırılmasını sağlayan bir araca dönüştüğünü belirttiler. Mesela “örgüt çağrısı üzerine suç işlemek” kavramına dayanarak, demokratik bir eyleme katılan herkesin terör suçlamasına muhatap olması mümkün. Eğer bir toplantı veya gösteri, ANF veya PKK’ye yakın bir yayın organı tarafından anons edilirse, bu toplantıya veya gösteri yürüyüşüne katılıp yakalanan herkes, örgütün çağrısına uyarak suç işlediğinden bahisle mahkûm edilebilir.

Üçüncüsü, genç müvekkillerinin cezaevinde giderek radikalleştikleriydi. Sağduyusuna çok güvendiğim bir avukat dostum, lise çağındaki bazı müvekkilleriyle artık hukuki durumlarını konuşamadığını, zira onların artık ceza verilip verilmemesini veya cezanın miktarını önemsemediklerini anlattı.

Tüm bunları kafamda tartarken sonunda sıra geldi, salona girdik. Derya, Nilgün ve üç arkadaşları (Cuma Karakuş, Ramazan Durmaz ve Eray Ölçen) yerlerine alındılar. Hâkimler dosyadaki evrakları incelerken bir-iki dakika geçti; öğrenciler ve aileleri uzaktan merhabalaştılar. Nilgün ve Derya’nın yanına giden avukatları, beni işaret ettiler, mektup arkadaşlarımı ilk defa gördüm, karşılıklı selamlaştık.

Duruşma başladı. Öğrencilere isnat edilen başlıca üç suç vardı: Eğitim-öğretimi engellemek, örgüt üyeliği ve örgüt propagandası. Aydın Erdem’in öldürülmesini protesto eden, anadilde eğitim talep eden ve DTP/BDP tarafından düzenlenen bazı toplantılara katılmak öğrencilerin üyeliğinin ve propaganda yaptıklarının delili olarak sunuluyordu.

Avukatlar, etkileyici bir savunma yaptılar. “Örgüt üyeliği” ve “propaganda” suçlarının oluşabilmesi için birtakım unsurların bulunması gerektiğini söylediler. Faili meçhul bırakılmış bir cinayeti protesto etmenin veya anadilde eğitim talebinin seslendirildiği bir toplantıya katılmanın suç kabul edilmesi halinde, hukuk güvenliğinin ortadan kalkacağını ve muhalefet eden herkesin terör suçlusu kapsamına sokulabileceğini belirttiler. AİHM kararlarından örnekler verdiler, Anayasanın 90. maddesini hatırlattılar.

İddia ve savunmaları dinlerken, aynı günlerde Türkiye’de ifade özgürlüğü üzerine bir panele katılan AİHM Hâkimi Işıl Karakaş’ın sözlerini düşündüm. Karakaş’a göre, ifade özgürlüğü ihlallerinin yaygınlığı, istatistiklerin yansıttığından daha vahimdi. AİHM’nin içtihadı açık ve netti: Şiddet yoksa ceza olmamalıydı. Dolayısıyla hâkimler şiddet kullanmaya ve silahlı direnişe teşvik etmeyen ifadeleri cezalandırmaktan kaçınmalıydı.

Karakaş, “propaganda” konusunda da somut kıstasların olduğunu, ancak Türkiye’de açıklamaların şiddet içerip içermediklerine bakılmaksızın karar verildiğini belirtiyordu. Ayrıca bu madde için öngörülen cezaların da çok ağır olduğunu söyleyen Karakaş, Türkiye’de hem mevzuattan hem de yargı mensuplarının karar verme davranışlarından kaynaklanan sorunlara işaret ediyordu. 4 yıldır AİHM’de çalışan Karakaş’a göre, Türkiye’nin durumunun parlak değildi. (Sedat Ergin; Hürriyet, 27-28-29. 11. 2012,)

Bu düşüncelerle cebelleşirken duruşma bitti; ara verildi ve uzun bir bekleyiş başladı. Saat 20’yi geçtiğinde, ortamda buz gibi bir hava estiren karar açıklandı: Derya, Nilgün ve arkadaşlarına toplam 54 yıllık bir ceza kesmişti mahkeme. (Taraf, 02.12.2012) Sorun, bu davayla sınırlı değildi tabii; Türkiye’de öğrencilere yönelik bir emniyet ve yargı kuşatması var. Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi (TÖDİ), % 90’ı Kürt öğrenciler olmak üzere halen 800’ün üzerinde öğrencinin tutuklu olarak yargılandığını belirtiyor. TÖDİ’ye göre, bilhassa 2007-2008’den itibaren öğrencilerin gözaltına alınması ve tutuklanmalarında artış, tutukluluk sürelerinde ise uzama söz konusu.

(http://www.bbc.co.uk/turkce/ha berler/2012/12/121202_turkey_stu dents.shtml)

Normal demokratik bir ülkede olsa, öğrencilerin karakola düşmesine sebebiyet vermeyecek, hadi en fazlası karakolda serbest bırakılmalarıyla son bulacak bir eylem Türkiye’de öğrencilerin hayatlarını karartıyor. Perşembe günü de böyle bir karar verildi. Karar sonrası, öğrencilerimin aileleriyle karşılaşmaya cesaret edemedim, çünkü ne diyeceğimi bilemiyordum. Onlara görünmeden adliyeden dışarı çıktım ve karanlığa karıştım, hukuk adına duyduğum utancı örtsün diye.

Taraf, 07.12.2012

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et