Kontrollü İç Savaş

Pek kimsenin dikkatini çekmedi ama Ömer Laçiner Birikim Dergisi’nin Nisan 2017 sayısında “16 Nisan’dan Sonra?” başlıklı bir yazı yazdı. Yazı daha referanduma 15 gün varken sonuçlarını gayrimeşru ilan ediyor ve referandum sonucu ne olursa olsun bir “iç-kapışma”nın başlangıcı olacağını söylüyordu: “16 Nisan’da Türkiye, olağan bir referandumdaki gibi, bir –rejim– sorununu iki seçenekten birini tercih ederek çözüme kavuşturmuş olmayacak; şu anda –yani geçici olarak– o seçenekler üzerinden cepheleşmiş Türkiye toplumunda –en az yüzyıldır bastırılmış– iç hesaplaşmanın fitilini ateşleyecektir. Dolayısıyla 16 Nisan akşamı belli olacak olan sayılar bir nihaî sonucun ifadesi değil; bütün bir toplum olarak içine gireceğimiz çetin bir iç hesaplaşmanın başlangıç verileri olarak kaydedilmelidir. Bir başka deyişle; 16 Nisan’daki sonuçlar –nasıl olursa olsun– başlaması artık –neredeyse– kaçınılmaz ve ertelenemez hale gelmiş iç –kapışmaya dönüşme ihtimali de yüksek– hesaplaşmada tarafların hâlihazır yasal ve sayısal avantaj pozisyonunu göstermiş olacaktır sadece.”

İlk okuduğumda açıkçası inanamadım meramını bu kadar açık söyleyen satırlara fakat Laçiner, epey geciktiğini düşündüğü bu “iç-kapışma”yı 2014 yılında FETÖ’nün bir TV kanalında kısmen tarif etmişti. 17-25 Aralık darbe girişiminin hemen ardından gerçekleşen 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde Erdoğan’ın (AK Parti’nin) %40 üzerinde oy alması halinde, Erdoğan’la “demokrasi dışında mücadele verilmeli” önerisinde bulunmuştu.

Kamuoyu ve basın pek dikkat kesilmese de Laçiner’in bahsettiği “iç-kapışma” veya adıyla devam etmek gerekirse “iç savaş” için, “kayıt dışı siyaset”in unsurları ve marjinal sol kesimde ciddi bir hareketlilik var.

Ağırlıkla BirGün gazetesinde yayınlanan, onların yanı sıra aşağı yukarı benzer zihniyette başka yazarlar tarafından da yazılan ve çeşitli platformlarda yayınlanan birkaç yazıdan alıntılar yapacağım. Bu yazıları bir çerçeve içinde değerlendirdiğiniz zaman, zeminde yürüyen bir strateji olduğu aşikâr. Birbirleriyle irtibatlı veya değil, bu zihniyetin evrilerek sonuçta çıktığı yer veya önerme açık: İç Savaş.

Esasen tercih basit; yapılacak olan, özellikle 17/25 Aralık süreci sonrası gibi rehavet ve naiflikle olan biteni hafife alıp 15 Temmuz’da şehirlerimiz kendi uçaklarımızla bombalanırken uyandığımız gibi, bir gece ansızın iç savaşın içinde uyanmak veya bu gidişi görüp, teşhir edip kamu vicdanında mahkûm etmektir. Üzerinden 10 ay geçmiş bir işgal girişiminden sonra gündemin rehavetine bakınca ben açıkçası umutsuzum. Bir süre sonra, siyaseten meczupların kullanacağı bir tabirle söylersek, bir “kontrollü iç savaş” içinde gözümüzü açabiliriz.

Kayıt Dışı Siyaset

BirGün yazarı Ayşenur Arslan, 6 Mayıs tarihli “Siyasetin çözülme devri!” başlıklı yazısına “siyasetin bittiği” tespitiyle başlıyor: “Siyasette her cephede ortalık toz duman. Üzerinde durmaya bile değmez. MHP artık BUÇUK parti! Çoktaaan çözüldü, eridi. HDP ise malum, dokunulmazlıkların kaldırılması ve eşbaşkanlarının tutuklanması skandalıyla ağır yaralı. Gelelim iki büyüğe! Erdoğan mühürsüz / usulsüz bir yüzde 51 ile başkanlık sistemini koparttı! Ama içi rahat değil. Nitekim kendisi de geçenlerde açıkladı. ‘Bu oran AKP’nin değil’ dedi.”

Arslan CHP içinde yaşanan gelişmeleri, siyasetin demokratik ve kurallar içinde işleyişine tahammül edemediğini söylüyor, “Mücadelenin mecliste sürdürülmesi”ni anlamsız buluyor, topluma güvenilmesini salık veriyor, sonuç olarak Türkiye’yi sallayacak bir ihtimalden bahsediyor: “Sanki ortada fiilen bir parlamento kalmış gibi ‘Mücadelemizi Meclis’te sürdüreceğiz’ masalı anlatılacak. Oysa kendilerine ve bu topluma bir güvenseler… Bir harekete geçebilseler… AKP’nin aslında ne kadar zor durumda olduğunu fark etseler… Ve birazcık, çok değil azıcık yaratıcı olabilseler… Türkiye’yi sallayacaklar.”

BirGün yazarı Tarık Şengül, 6 Mayıs tarihli ve “Referandum sonrası siyaset” başlıklı yazısında, siyasetin iki mantık etrafında şekillendiğini söylüyor. “(Birincisi) Çoğulcu siyaset mantığı her kesimin sorunlarından doğan taleplerini teker teker kendi özgünlükleri içinde cevaplamayı amaçlar; bu durumda siyaset çok parçalıdır ve belli bir eşiği aşan kesimler siyasal parti ve hareketlere dönüşürler. İkinci siyaset mantığı ise popülisttir; toplumda var olan çoklu sorunlar ve talepler liderliklerin arkasında tekil talepler içinde erirler.”

Şengül, Türkiye’de uzun süredir çoğulcu siyaset mantığına yer kalmadığını, siyasetin popülist mantık etrafında şekillendiğini söylüyor. Şengül referandum sonucunda görülen %48’lik “(…) hayır diyen muhalif parti ve kesimlerin ‘ekonomik düzeni’ ve yarattığı ‘ezilen halkı’ merkeze alan yeni bir tanımlama ihtiyacı olduğunu söylüyor ve bu tanım sonucunda oluşacak kesime sol jargonun aşina olduğumuz, Pakdemir’in daha açık ifade ettiği “tarihî görev”i hatırlatıyor: “Şu ünlü tarihî görev var ya, kanımca işte o görev bugün itibariyle, bu potansiyelin şu uzun süredir unuttuğumuz sınıfa referans veren bir halk tanımı etrafında yaratılması ve harekete geçirilmesidir.”

“Marjinal Sol” denebilecek kesim CHP’nin “referandumu tanımama” stratejisini yetersiz buluyor ve “sokağı engellediği” gerekçesiyle eleştiriyor. Bu zihniyetin CHP içinde izdüşümü, marjinal solun eleştirilerini hak etmeyecek kadar net aslında. Parti sözcüsü Selin Sayek Böke, sokak çağrısı yapılmadığı için istifa etti, CHP İstanbul Milletvekili Melda Onur da, hukukun tükendiğini ve sokağın hak olduğunu söylüyor. Kılıçdaroğlu’nun sokağa çağrı yapmamasını eleştiriyor, iktidarı ve Erdoğan’ı “silahlı militer gruplar”ı organize etmekle suçluyor ve silahlı çatışma ihtimaline karşı milletvekili ve siyasetçilerin tabiri caizse kalkan olarak sokağa inmeleri gerektiğini söylüyor: “Hukuk ortadan kalkınca sokak hak olur. Sokak benim hukuki hakkımdır. Partimizde bu konuda bir anlaşmazlık var. Biz sokağa çıktığımızda haksız mıydık? Ya da sokakta insanlar toplantı ve gösteri özgürlüğünü kullandıklarında hukuka aykırı mı davranıyorlardı? Kaldı ki karşı taraf silahlı mıydı? Liderliği eğer milletvekilleri ve partinin üst düzey yöneticileri yaparsa kolay değil o silahlı saldırı. Sonuçta silahlı insanlar yukarıdaki güce bakıyorlar. Onlar iktidarın paramiliter güçleri, kendiliğinden bağımsız hareket edebilen örgütler değil. Bu tür geri adım atmalar bizim önümüzü kapatır. Bu konuda Selin Sayek Böke’nin istifa gerekçelerini haklı buluyorum. Selin Hanım, genel başkan yardımcılığı yaptığı süreçte çok itiraz eden biri değildi. Onun bu çıkışında yalnız olmadığını düşünüyorum.”

“Demokratik siyaset”in dışlanması, meşru kanalların siyaset dışına itilmesi için bir diğer strateji ise, “hayır cephesi”nden, referandum sonrası siyasetin olağan mecrasında devam etmesi gerektiğine dair tek hamle olan Deniz Baykal’ın “2019’a hazırlanalım” çıkışının itibarsızlaştırılması. FETÖ’nün bir stratejisi olduğu son derece açık bu hamle, yine Baykal’ın başına bir çorap örecek gibi görünüyor. Amberin Zaman 6 Mayıs tarihinde Diken’de yayınlanan “Erdoğan’ı Kürtler değil CHP kurtardı” başlıklı yazısında Baykal’ı ikinci defa Erdoğan’ın önünü açmakla suçluyor ve Kürtlerin ittifak etmesi gereken adresin AK Parti değil CHP olduğunu söylüyor; Selin Sayek Böke’nin referandum sonrası “sine-i millet” önerisinin dikkate alınmamasını eleştiriyor.  “HDP’liler ve CHP’de Böke gibi düşünen Selina Doğan, Özgür Özel ve benzeri isimlerle bir araya gelip yeni bir demokrasi hareketi başlatabilirler mi? Önümüzdeki tek umut bu.” diyerek bir HDP-CHP ittifakı öneriyor fakat ne hikmetse 2019’a hazırlanmayı bu demokratik siyaset içerisinde görmüyor, “demokratik siyaseti”, siyaset dışı mecralara davet ederek yapıyor.

Baykal üzerinden CHP’nin “meşru siyaset mecrasında” kalmasını eleştiren bir diğer isim de FETÖ’nün kalemlerinden Yavuz Baydar. Baydar, NAR isimli bloğunda “Despotizme muhalefetin bütünleşmesi, CHP’deki krizin derinleşmesine bağlıdır” başlıklı yazısında, referandum sonrası CHP içinde yaşanan krizi bir fırsat olarak görüyor. Fakat bu krizin “demokratik siyasete katkı” ihtimaline değil, tersine siyaseti meşru mecrasından çıkarmaya matuf adımlara yönelik bir fırsat olarak değerlendiriyor. Baydar da Amberin Zaman gibi Baykal’ın “2019’a hazırlanma” şeklinde meşru siyasi dairede kalma çıkışına, FETÖ’nün siyasi stratejisini cisimleştiren Meral Akşener’in referandum sonucunu meşrulaştırmakla suçladığı açıklamasıyla karşılıyor: “Meşruiyet tartışmalarının bitmediği, hukuk sürecinin devam ettiği bir dönemde bu sonucu kabul edip, meşrulaştırma tavrını çok yadırgadım.”

Baydar, yazısını Amberin Zaman’ın önerdiği HDP-CHP ittifakını biraz genişleterek görmek istediğini belirterek bitiriyor, tek dikkat edilmesi gereken ise referandum sonrası siyaseti meşru zemininde devam ettirmeye çalışan Deniz Baykal; Baydar’ın tek şartı: “Yeter ki Baykal dikkate alınmasın.”

Açık İç Savaş Çağrıları

CHP’nin izlediği “kayıt dışı siyaset” ve bu yöndeki taleplerin marjinal sol kesimdeki yansıması ise korkunç. Açık açık iç savaş çağrısından tutun, yöntemini tarife, hatta geç kalındığından hareketle, bir an önce halkın sokaklara dökülmesine kadar vardırılıyor bu çağrılar.

BirGün yazarı Fatih Yaşlı, 26 Nisan tarihli “16 Nisan sonrası siyasal coğrafya ve ‘üç uluslu’ Türkiye” başlıklı yazısında, Türkiye’nin üç uluslu bir yapıda bölündüğünü söylüyor. Bu üç ulus, yazarın tarifiyle şöyle: Doğuda Kürt coğrafyası ve “Kürt ulusu”, batıda Ege kıyı şeridi, iç Ege’nin bir bölümü ve Trakya’da mukim “Cumhuriyetçi ulus” ve bu ikisinin ortasında İç Anadolu’yu, Karadeniz’i ve Doğu Anadolu’nun iç kısımlarını kapsayan coğrafyadaki “evetçiler”, yani “millet”.

Yaşlı’nın 16 Nisan sonrasına dair strateji önerisi ise siyaseti olağan mecrası dışına taşımak: “Türkiye solu böylesi bir manzarada, hedef kitle olarak Trakya’dan Akdeniz’e kadar uzanan hattı, iki büyük şehri ve onların merkezlerindeki eğitimli, genç, kentli, öğrenci, işsiz/çalışan kitleyi hedef almalı, o kitleyle Gezi’de, 7 Haziran’da ve referandumda yakalanan bağlantı noktalarını, ilişki zeminlerini, söylem ve eylem biçimlerini nasıl geliştireceği, buradan düzen siyasetinin dışında bir alternatif seçeneği nasıl çıkaracağı üzerine kafa yormalıdır. Seçimlerin, partilerin ve düzenin ciddi bir meşruiyet kaybına uğradığı, rejimin otoriter niteliğinin ise anayasal bir statüye kavuştuğu konjonktür, bu alternatifi oluşturmak için sola ciddi bir fırsat vermektedir.”

Yaşlı, 7 Mayıs tarihli “6 Mayıs vesilesiyle: Millet versus Halk” başlıklı yazısında ise, önceki yazısında önerdiği “düzen dışı siyaset” stratejisinin yöntemini tarif ediyor. DP’den beri statükonun ve vesayet zihniyetinin tam tersine hareket eden kitleyi “millet” kelimesine pejoratif bir kullanım kazandırarak, sol zihniyetin jargonunda “millet”in karşısına konumlandırdığı “halk”ı karşı karşıya getirerek “Kürt Ulusu” kadar belirgin bir ayrımı olmayan kesimi ikiye bölüyor ve birbiriyle çatışma ihtimali olan “üç ulus” yaratıyor.

BirGün yazarı Güven Gürkan Öztan, 8 Mayıs tarihli ve “Kitleleri derhal 2019 illüzyonundan kurtarmak gerek” başlıklı yazısında, referandum sonrasında izlenebilecek tüm “demokratik siyaset yolları”nın “işlevsiz” olduğunu tespit ediyor: (1) Sol’un “merkez”de kalarak, “ılımlı” bir siyaset izleyerek, muhafazakârları “kucakladığını” göstererek siyasal İslam’la baş edeceğini söyleyenler iktidar çevresinde kümelenenler ya da politik merceğini yitirenlerdir. (2) Memleketin bugün geldiği yerde liberal bir merkez sağ oluşuma ihtiyaç olduğunun dillendirilmesi kendini sol ya da cumhuriyetçi olarak tanımlayan kadroların işi değildir. (3) Zamanında AKP’de koltuk kapmış fakat sonradan yollarını ayırmış isimlerin Saray-AKP eleştirilerini, cumhuriyetçi ve sol/sosyalist eleştirilerle aynı kulvarda değerlendirmek politik bir hatadır. (…)

Öztan, 2019’da demokratik yollarla kurallar içinde siyaset içinde mücadele etmenin işlevsizliğini kanıtladıktan sonra öneri olarak referandum sonuçlarını tanımamayı ve siyaseti mecrası dışına çekmeyi öneriyor: “1 Mayıs Meydanlarını inleten ‘hayır bitmedi daha yeni başlıyor’ sloganı şaibeli referandum sonuçlarına karşı başkaldırışın sembolü olduğu kadar bundan sonra izlenmesi gereken siyasi hattı da özetlemektedir.”

BirGün yazarı Melih Pakdemir, 8 Mayıs tarihli ve “Ama ‘karşı taraf’ hep silahlıdır” başlıklı yazısında, Kılıçdaroğlu’nun referandum gecesi “karşı taraf silahlıydı” sözleri üzerinden analizine başlıyor. Yine Kılıçdaroğlu’nun “Kitlenin enerjisini biliyorduk, bunu düşürme pahasına yaptık. Ama gönlüm rahat.” sözünden hareketle “Peki ama cümle âlem ve bilhassa YSK’lerinin bile resmen inkâr edemediği en az yüzde 48.5 şunu gayet iyi biliyor: Bundan sonra zaten yönetmeyecekler, ellerinde silahlar, savaşacaklar!” diyor, “çatışma”nın kaçınılmaz olduğunu söylüyor.

Pakdemir’in yazısındaki ton korkunç. Siyasetin hali hazırda tükendiğini ve artık “zor”un devreye girmesi gerektiğini söylüyor: “Orta yerde hukuki meşruiyet kalmayınca, başka ne yapabilirler ki, meşru şekilde yönetmezler, savaşırlar. Yönetmedeki rıza ve şiddet denklemi de çoktandır ortadan kalktı. Onlar için Rıza sadece ABD’de mahpus sarraflarının rızası, o kadar. Seçimmiş, şuymuş buymuş, geçti bunlar, artık ellerinde sadece şiddet var. İyi de Kılıçdaroğlu ne demeye getiriyor? Neyin sorumluluğundan kaçıyor? Hiç kimse ondan ‘ilk ateş edenin’ kendisi olmasını istemiyor ki. Yasallığı, barışı önce sömürücüler, zalimler bozarlar. Bu yüzden Engels, ilk ateş eden olmayacaklarını vurgulamış ve ‘Önce siz ateş edin mösyö burjuvazi’ diye tarihe geçmiştir.”

Pakdemir, mecrasında akan siyasetin “sorumluları”nı yerden yere vuruyor. Kılıçdaroğlu’nu ve istemeyerek de olsa siyasetin olağan mecrasında akmasına neden olanları “ilk tetiği çekmekten kaçınmak”la suçluyor:  Aman ha evden çıkmayalım. 2019’u bekleyelim. Sandığa gidelim. YSK yine şey yaparsa ki yapar, yine eve kapanalım. Yine bir sonraki seçimi bekleyelim. Kitlenin enerjisini düşürelim. Sorumluluk almayalım. Öyle mi?”

Alıntı yaptığım yazılar arasında maalesef en korkuncu Pakdemir’in yazısı. “Herkes yaşayarak görüyor ki bölgemizde ve ülkemizde tarihsel bir sancı var. Doğum sancısı. Ve bir de ölüm ağıtı… Toplumlar da doğum ve ölüm diyalektiği sayesinde var olabiliyor. Bu yüzden iki toplumsal aktör her zaman sahnede: Ebe ve Katil. Doğum yaptıran ile öldüren.” Pakdemir, bu doğum sancısını daha fazla çekmek istemiyor ve toplumu bir kıyamete zorlamak gerektiğinden hareketle, sol jargonun meşhur tarihsel çözümü öneriyor: “Doğum, ebe, deyince bizim aklımıza elbette Marx da gelir: ‘Zor, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir’ demiştir Marx, Das Kapital’de…” Önerisini aynı zamanda bir tehditle güçlendiriyor: Doğum ya da ölüm ertelenemez! Kılıçdaroğlu enerji düşürebilir. YSK’nin bir dahaki sefere insafa (!) geleceğini umabilir. AKP zulmüne direniş bir dahaki seçim şeyine dek ertelenebilir, ama bu iki olgu ertelenemez. Ölüm ile doğum diyalektiği, sebep sonuç diyalektiğidir.”

Kontrollü İç Savaş

15 Temmuz akşamı TBMM, Cumhurbaşkanlığı Sarayı, Emniyet Binası, Özel Harekat Merkezi bombalandı. Birçok noktada insanlar tanklarla ezildi, helikopterlerle tarandı, sokaklarda infaz edildi. Artık açıkçası her yazıda bir “15 Temmuz bilançosu hatırlatması” yapmaktan yoruldum. Fakat bu işgal girişiminin bu kadar çabuk unutulup gözümüzün önünde gerçekleşen şeyin muhalefet tarafından, tertipçilerinin bile mahcup bir korkaklıkla dillendirdiği haliyle, utanmadan kontrollü dillendirilmesi bana pek iyi şeyler söylemiyor.

Bu kamuoyu dikkati, bu muhalefet ve bu aydınlarla, bir sabah bir iç savaşın içine uyanacağız gibi geliyor. Ve muhtemelen kamuoyu tüm bu yazılanları, söylenenleri görmezden gelip, çatışmaların ortasında “kontrollü iç savaş” açıklamasına inanmayı tercih edecek.

Bazen söz bitiyor.

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et