Hür Fikrin ve Hürriyetin Tarihsel Seyri

3 ay kadar önce, Hür Fikirler sitesinin ihyası kararını duyunca çok sevindim. Site uzun zamandır uykuya dalmış vaziyetteydi. Hatta neredeyse kapanmak üzereydi.

Aklıma üstad Cemil Meriç’in “kapanan her dergi, kaybedilen bir savaş, hezimet veya intihar…” sözü geldi.

Hür fikirler kapanmamalı, girişilen bir savaş kaybedilmemeliydi. Ben de kendi hesabıma bu savaşın kazanılması için bir şeyler yapmalıydım. Teklif edilen yazarlık teklifini anında kabul ettim…

***

Artık günümüzde kitap da dergi de gazete de sanal âleme taşındı. Ben, hür fikirler gibi siteleri, bir dergi olarak kabul ediyorum. Dolayısıyla hür fikirler dergisinin kapanması bir savaşın kaybedilmesi anlamına gelecekti…

Hür fikirlerin bir dergi gibi olması her bakımdan iyi bir şeydir. Yine Cemil Meriç’ten devam edecek olursak:

“Kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz… Dergi, hür tefekkürün kalesi… Belki serseri ama taze ve sıcak bir tefekkür…

Kitap, çok defa tek insanın eseri, tek düşüncenin yankısı; dergi bir zekâlar topluluğunun. Bir neslin vasiyetnamesidir dergi; vasiyetnamesi, daha doğrusu mesajı. Kapanan her dergi, kaybedilen bir savaş, hezimet veya intihar.”

***

Ülkemiz nazik bir dönemden geçiyor. Hürriyet sloganı altında darbe teşebbüsleri yapılıyor… Böyle bir dönemde hür fikrin yaşaması, hür fikrin yayılması gerekiyor.

Bu ülkede hür fikir, tarih boyunca, takip edilen, takbih edilen bir nesne oldu. Hür fikir hep kötülendi, hep takip edildi, hep tehdit edildi ve hep baskı altında tutuldu…

Cemil Meriç’ten başladık yine ondan devam edelim: Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede düşünce adamı nasıl çıkar…

Evet, bu ülkede düşünce adamı olmak zor zenaat. Hür düşüncenin adamı olmak ise zorun zoru bir iş…

Çünkü bu ülkede, tarih boyunca, düşünen değil düşünmeyen adam makbul adam sayıldı. Düşünmeyen, kendini aydınlanmış sayan adamların düşüncelerini bir deli gömleği gibi üzerine giyen adamlar makbul sayıldı…

***

Bu ülkede önce İttihat Terakki, sonra CHP halka şöyle dedi:

“Siz sakın düşünmeyin, okumayın ve yazmayın. Biz sizin yerinize düşündük, gerçekleri bulduk. Size düşen, gözünüzü kapatıp, size verdiğimiz vazifeleri yapmaktır. Siz cahilsiniz, siz kuru kalabalıksınız, düşünmek sizin neyinize… Gözünüzü (ve beyninizi) kapayın, vazifenizi yapın…”

Buna literatürde, “halka rağmen halk için” siyaseti deniyor; jakobenlik deniyor… Önce İttihat Terakki, daha sonra CHP bu jakoben siyaseti takip etti…

Doğrusu şöyle olmalıydı: Halk eliyle, halk için… Bu demokratik siyaset tarzını sırasıyla Hürriyet ve İtilaf, Ahrar, TCF, SCF, DP, AP ve ANAP takip etti; günümüzde ise AK Parti takip ediyor.

Hürriyet fikrini en çok bu partiler savundu… Ama bu partiler bir şekilde ya kapatıldı ya susturuldu… Susturulamayan tek parti olan Ak Parti ise günümüzde yoğun bir entelektüel saldırıya maruz…

Hürriyet fikrini en çok bu partiler savundu ama tarih boyunca “hürriyet” kavramını en çok kullanan, daha doğrusu istismar eden İttihat Terakki ile CHP oldu…

Nasıl mı? Anlatalım:

***

İttihat Terakki, 23 Temmuz 1908 tarihinde, ala-yı vala ile Hürriyet’i ilan etti…

Fakat adı olup kendi olmayan hürriyeti ilk ihlal eden de kendisi oldu.

Hakikatte Hürriyet sloganı Abdülhamid’i devirmek için kullanılan bir araçtı.

Amaç hâsıl olduktan sonra Hürriyet unutuldu.

İttihat Terakki 1913 yılında bir darbeyle tek parti yönetimini kurdu. Kendisi dışındaki bütün sesleri susturdu… Muhalif gazetecileri köprü ortasında vurdu… Tüm ülkeyi korkuttu, susturdu…

İttihat Terakki hürriyeti kaldırdı ama “Hürriyet’in İlanı”nı bayram olarak kutlamaya devam etti.

Her yılın 10 Temmuz’u (yeni takvime göre 23 Temmuz’u) Hürriyet Bayramı olarak kutlandı.

Şaka gibi ama gerçek: Hürriyeti susturan bir parti, her yıl törenlerle, Hürriyet Bayramı kutladı…

***

Hürriyet Bayramı, ittihat Terakki’nin devamı niteliğindeki CHP’nin tek parti yönetimi döneminde de kutlanmaya devam etti.

Tam ibretlik bir vak’a: Takrir-i Sükûn kanunuyla 1925’den itibaren bütün medyayı susturmuş, bütün partileri kapatmış, bütün sivil toplum kuruluşlarını bertaraf etmiş CHP yönetimi her yıl Hürriyet Bayramını kutlamaya devam etti…

Her halde, en nihayet, bu tuhaflığın farkına onlar da varmış olmalılar ki, 1935 yılında bu bayramın kutlanmasına son verdiler. CHP’lilerin jetonu geç düşüyor demek ki…

***

Bu toprakların gerçek hürriyetle tanışması 14 Mayıs 1950’de mümkün olabildi.

Demokrat Parti ve Menderes, hürriyeti istismar etmedi, realize etti…

Ekonomide, siyasette, toplumda ve kültürde hürriyetin önünü açtı…

Fakat hürriyet kelimesini herkesten çok kullanan ama gerçek hürriyetten hiç hazzetmeyen silahlı eşkıyalar 27 Mayıs 1960’da on yıllık hürriyet dönemini kanlı bir şekilde sona erdirdiler…

Bu kadarını anlıyorum da, anlamakta zorlandığım şurası:

Hürriyete son veren bu eşkıyalar, 27 Mayısı Hürriyet Bayramı ilan ettiler… Tıpkı İttihatçı ataları gibi…

27 Mayıs’tan sonra bu ülkede her yıl törenlerle Hürriyet ve Anayasa bayramı kutlandı…

Ülkenin meşru anayasasını (1924 Anayasasını) silah zoruyla ilga edip parçalayan bir güruh yaptığı bu işi anayasa bayramı olarak kutlattı… Silah zoruyla kutlanan bir bayram…

Bu ülke insanı, daha çok da kutlamalara katılmak zorunda kalan öğrenci taifesi, bu işkenceye, 12 Eylül 1980’e kadar maruz kaldı.

(Kenan Paşa, Cemal Paşa’nın bu bayramını ilga etti. Allahtan kendisi yeni bir bayram ihdas etmedi…)

Ben de bu işkenceye uğrayan öğrencilerden biriydim. 12 Eylül öncesinde, ilk mektep talebesiydim. 19 Mayıs’tan sonra bir de 27 Mayıs’ı kutlamak zorunda kalışımızı hiç anlayamamıştım… Ekseriyetle 27 Mayıslar (memleketim Gaziantep’te) sıcak günlere denk gelirdi. Yakıcı bir güneşin altında saatlerce atılan nutukları, okunan şiirleri dinlemek zorunda kalırdık… Hiç unutamam…

19 Mayıs’ı az-çok anlıyordum da 27 Mayıs’ta ne olmuştu da bayram olarak kutluyorduk… Atılan nutuklardan da bir şey çıkaramamıştım…

***

Bu gerçeği, inanamazsınız ama, üniversite dönemimde bile anlayamadım. Çünkü İÜ SBF’deki hocalarımızın tamamına yakını 27 Mayıs zihniyetinde insanlardı…

Esasında 2000’li yıllara kadar, entelektüel alanda, 27 Mayıs zihniyeti hâkimdi. 27 Mayıs’ı eleştirmek, hele 61 Anayasasını eleştirmek, cesaret isteyen bir şeydi…

Dayatılan hâkim söyleme göre, “27 Mayıs bir devrim, 61 Anayasası da en özgürlükçü anayasa” idi…

Bu yalan söylem, ilk mektepten son mektebe kadar tekrarlanıyordu…

27 Mayıs’ın ve 61 Anayasası’nın eleştirilebilmesi yeni bir olaydır. Son 5-10 yıldır serbestçe 27 Mayıs’ı eleştirebiliyoruz… Çok şükür…

Kendi eğitim hayatımda 27 Mayıs’ı eleştiren birini göremedim. 27 Mayıs gerçeğini, kendi hür fikrimi teşekkül ettirebildiğim yüksek lisans dönemimde anlayabildim:

Meğerse 27 Mayıs, halkın seçtiği üç siyasetçinin öldürüldüğü, halkın yaptığı anayasanın ilga edildiği, topyekûn bir toplumun askeri bir vesayet altına sokulduğu tarihin adıymış… Meğerse 27 Mayıs, adi bir eşkıyalık hareketiymiş

***

Menderes’ten sonra bu ülke gerçek hürriyeti Özal’la birlikte tanıyabildi. Özal hürriyetin lakırdısını değil gerçeğini ortaya koydu. Hürriyet fikrini hayata aktardı. Realize etti…

Özal’ın meşhur 3 hürriyet fikri bu ülkenin önünü açtı: ifade hürriyeti, teşebbüs hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti…

Hürriyet lakırdısını en çok kullanan ama gerçek hürriyetten nefret eden eşkıyalar, Menderes’ten sonra, Özal’ı da öldürdüler

Özal öldürüldükten sonra ülke, 90’lı yıllar karanlığına sokuldu. Ne hürriyet kaldı ne demokrasi…

***

Hürriyet bayrağının yeniden kaldırıldığı yıl 2002’dir.

Hürriyet Bayrağını yerden kaldıran Tayyip Erdoğan, AB sürecini hızlandırarak, bu sürecin de katkısıyla, hürriyet, hukuk devleti ve demokrasi alanında sessiz bir devrim yaptı…

“Erdoğan ne yaptı ki, aslında özgürlükleri kaldırdı” diyenlere Sessiz Devrim isimli kitabı okumalarını tavsiye ediyorum.

2002-2012 döneminde, hak ve hürriyetler alanında gerçekleştirilen ilerlemeler, tam 255 sayfada tek tek anlatılıyor.

“Bu liberaller niçin Erdoğan’ı destekliyor” sorusunun cevabı bu kitapta saklı.

Erdoğan’ı eleştirenler okuma özürlü oldukları için oturup bu kitabı okumazlar.

O yüzden ben onlara kısaca iki örnek vereyim:

  1. 2002’den önce “Ben Kürdüm” diyen yüce divanda yargılanıyordu. Şimdi 24 saat, devletin televizyonundan Kürtçe yayın yapılıyor. 90’lı yıllarda “Ben Kürdüm” diyenler meclise bile sokulmuyordu. Şimdi 80 kişiyle parlamentodalar, iki üyeyle de Bakanlar Kurulundalar…
  2. 2002 öncesi başörtülüler, devlet daireleri dâhil, kamusal alanlara sokulmuyordu. Meclise seçilenler kovuluyordu. Şimdi onlarca başörtülü vekil mecliste, bir başörtülü de kabinede…

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et