Darbeciler niçin kapitalizme düşman?

Balyoz” kodlu darbe planının içinde en çok ilgi çeken kısımlar, haliyle, “cami bombalama” ve “kendi uçağımızı düşürme” gibi yaratıcı fikirler oldu. Ancak planın bir başka ilginç yönü daha var: Darbeci subayların “gerici hükümeti” devirdikten sonra kurmak istedikleri ekonomik düzen.

Bu düzen, serbest piyasanın baltalanmasını, yabancı sermayenin kovulmasını, büyük şirketlere el konmasını, özelleştirilen kuruluşların da yeniden devletleştirilmesini öngörüyor.

Son günlerde bazı yazarlar işin bu yönüne dikkat çektiler. Taraf yazarı Cemil Ertem, “Balyoz’un Ekonomi-Politiği” başlıklı yazısında “Balyozcular’ın ortodoks ‘sol’ bir parti programından fırlamış anti-piyasacı programla arz-ı endam ettiklerini” belirtti. Türkiye Komünist Partisi yahut İşçi Partisi’nin bile bu kadar “cesur ve radikal” olmadığını söyledi.

Liberal düşüncenin öncülerinden Atilla Yayla hoca da Zaman’da yayınlanan “Balyoz’daki Nasyonal Sosyalizm” başlıklı yazısında aynı gerçeğin altını çizdi. Darbecilerin, “devlet mülkiyetinin yaygınlaşmasını ve devletin olmayan mülkiyetin de tam bir devlet kontrolü altında tutulmasını” istediklerini vurguladı.

Bence bu gerçek üzerine biraz durup düşünmek ve “Allah, Allah, bu darbeciler niçin bu kadar anti-kapitalist” diye bir sormak lazım.

Özellikle de solculuğu hararetle benimseyen kimi “İslamcı aydın”larımızın ve giderek “İslami komünizm” çizgisine yaklaşan Saadet Partisi’nin sorması lazım bunu.

Ben kendimce bir cevap vereyim: Darbeciler anti-kapitalisttir, çünkü özel mülkiyet, serbest ticaret ve girişim özgürlüğüne dayanan bu ekonomik sistem, “siyasi özgürlüğün” ve dolayısıyla da demokrasinin zeminidir.

Zaten o yüzden bugün dünyadaki demokratik ülkelerin hepsi aynı zamanda kapitalisttir. (Bu sistemin oluşturduğu ekonomik eşitsizlikleri dengelemek için “sosyal devlet mekanizmaları” ya da “sosyal toplum ahlakı” geliştirmişlerdir, o ayrı.)

Aynı sebeple bugün dünyadaki bütün dikta rejimleri, bir şekilde anti-kapitalisttir. Yani piyasa ekonomisini ya tümden reddeder, ya da bir şekilde kısıtlarlar.

Çünkü piyasanın, mülkiyetin ve girişimin serbest olması, “devlet”in gücünü sınırlar. Oysa dikta demek, devletin her şeye hakim olması demektir. Mussolini’nin dediği gibi, “her şey devlet içinde olacak, hiç bir şey devletin dışında kalmayacak ve hiç bir şey devlete karşı olmayacaktır.” Her şeye hakim olan bu dev anasının tepesinde de, elbette, bir Duce, bir Ulu Önder, yahut bir Tek Parti oturacaktır.

Bizim ülkemizde 1930’lu yıllarda kurulan (ve kalıntıları hala tepemizde “balyoz” sallayan) Tek Parti diktasının da anti-kapitalist olması hiç tesadüf değil, bilakis eşyanın tabiatı gereğidir. Recep Peker gibi Tek Parti ideologları, İtalyan Milli Faşist Partisi’nden ödünç aldıkları “ korporatizm” doktrinini, “devletçilik” ve “halkçılık” diye isimlendirerek Altı Ok’a dahil etmişlerdir.

Korporatizme göre, tüm toplum bir “organizma” gibi uyum içinde çalışacak, bu uyumu da Kadir-i Mutlak devlet kuracaktır. Bu devletin egemenleri, tüm ekonomiyi yönlendirecek, mesela hangi toplumsal kesimlerin semirtileceğine karar vereceklerdir. Böylece “ yeşil sermaye” filan gibi sorunlar da hiç yaşanmayacaktır.

Allah’tan Türkiye üç önemli liberalleşme dönemi yaşamıştır da, korporatizm geriye itilmiş, serbest piyasaya alan açılmıştır. (Menderes, Özal ve şimdi de AK Parti dönemleri.) Her üç dönemin de liderleri hem “irticayı cesaretlendirmekle” hem de “ülkeyi kapitalizme peşkeş çekmekle” suçlanmışlardır.

Oysa meselenin özü, ülkenin tümünü zaten en baştan kendisine “peşkeş çekmiş” olan bir kadronun “serbest rekabet”e olan direnişidir.

Star, 01.02.2010

 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et