Bir 17 Aralık okuması -II

2010 referandumunun ardından Yargıtay ve HSYK gibi kurumlarda attığı adımlar GC’nin bürokrasi içindeki saadet zincirini -yani operasyonel yapılanmasını- tamamlamasını sağladı. Merkezinde polis şeflerinin bulunduğu, savcılar ve hâkimlerle tamamlanmış, 657 sayılı devlet memurları kanunu, Yargıtay ve Danıştay gibi üst yargı kurumları ve yargıyla ilgili idarî organ HSYK ile güvenceye bağlanmış müthiş bir güç ortaya çıkmıştı. GC’nin öz güveni öylesine artmıştı ki, kendine askerî vesayete karşı mücadeledeki rolünden dolayı borçlu olduğunu düşündüğü Erdoğan’dan siyasî otoriteye ait olan yetkilerde ortaklık istemeye başladı. Bu çerçevede MİT’i kontrol altına almak ilk hedefiydi. MİT’te aşağıdan yukarı bir oluşumu zaten vardı ama tavandan aşağı doğru da bir adımın atılması GC’nin MİT’i tamamen ele geçirmesini sağlayacak ve onu ülkede hiç kimsenin rakip olamayacağı bir istihbarat gücü hâline getirecekti. Cemaat gücün merkezinde istihbaratta tekelin yattığına inanmaktaydı. Özal’ın polise açtığı kapıdan giren GC zaten emniyet istihbaratını kontrol etmekteydi. MİT’in de kontrolüne girmesi GC’ni kontrolsüz, rakipsiz, baş edilemez bir güç hâline getirecekti.

Hükümet ayak sürümekle, bu tür taleplere direnmekle kalmadı. Askerlerin elindeki en büyük dinleme tesisini GC’nin kontolündeki Emniyet İstihbarat’a değil tarihinde ilk defa sivil siyasî denetim altına alınan MİT’e bağladı. Bu GC nazarında affedilmez bir suçtu. İktidar artık ölüm fermanını imzalamıştı. GC’nin rotası hükümetin rotasından tamamen ayrılmaya başladı. GC Kürt meselesine bakışta, dış politikada, özellikle İsrail’le ilişkilerde çok farklı görüşteydi ve bu alanlarda politika belirleyici olmak arzusundaydı. Bu demokratik siyaseten alanına tecavüzdü ama GC hem haklılığına inanıyor hem gücüne güveniyordu. KCK operasyonları, Oslo sürecine komplo böylece ortaya çıktı. Oslo üzerinden yapılan hesaplara göre, MİT müsteşarının tutuklanması Erdoğan’ın tutuklanmasına kadar gidecek yolu açacaktı. 7 Şubat 2012 MİT operasyonu bunun için yapıldı ve iktidarı devirme yolunda en kritik dönemeci teşkil etti. Ancak, Erdoğan’ın müsteşara verdiği “diren” talimatı ve müsteşarın kararlığı operasyonu püskürttü. Bütün bu olaylar cereyan ederken GC’de hükümete öfke gitgide büyümekteydi. Bunun birçok işareti GC medyasındaki haber ve yazı politikasında dışa vurmaktaydı. 17 Aralık’tan ve dershaneler meselesinin patlamasından aylar önce tesadüfen bulunduğum bir Cemaat ortamında Cemaat mensuplarının hükümete öfkesini, Erdoğan’dan nefretini şaşkınlık içinde bizzat gözlemleme imkânı buldum.

GC hükümetin gitmesi arzusundaydı. Bunu siyasî olarak yapacak gücü yoktu. Zaten bir siyasî aktör de değildi. Başka bir yol bulmak zorundaydı. Bütün hazırlıkları buna yönelikti. Sadece Türkiye ile sınırlı kalmayan, tüm dünyaya yayılan ağını harekete geçirdi ve akla gelen her alanda hükümete karşı taarruza geçti. Müthiş bir dalganın gelmekte olduğunu sezen hükümet hâlâ haksız olduğu düşündüğüm bir adım atarak dershaneleri kapatmaya karar verdi. Bu GC için kabul edilemez bir durumdu. Dershaneler Cemaat’in malî fakat ondan da önemlisi beşerî gücünün ana kaynağıydı. Ayrıca, büyük bir propaganda ve meşruiyet aracıydı.

Dershanelere karşı harekete geçmesi GC açısından hükümetin devrilmesini daha âcil bir ihtiyaç hâline getirdi. 17 Aralık bu amaçla tasarlandı veya hızlandırıldı. GC içine gömülü otonom yapılanmanın muazzam bir avantajı vardı. Kırılması, hatta, normal şartlarda, farkına varılması çok zor bir zincir kurulmuştu. Hukukun itibarı ve yargının dokunulmazlığı GC’nin amaçlarının hizmetine koşulacaktı. Operasyonel güçler devlet görevlisiydi ve hukukun arkasına sığınma imkânına sahipti. Neredeyse hiç kimse böyle bir gücün varlığından haberdar değildi. 17 Aralık başarılı olsaydı Erdoğan harcanmış, Ak Parti tam denetim altına alınmış ve Cemaat’in elinde oyuncak bir hükümet kurulmuş olacaktı. Ve biz T. C. vatandaşları gerçekte nasıl bir ülkede yaşadığımızın farkına varmaksızın bir cemaat devletinin kanatları altında mutlu mesut yaşayacaktık! Bunları 18 Aralık 2013 günü yazamazdım. Hatta hayal dahi edemezdim. Belki de hiç kimse bunları yapamazdı. Şimdi ise olguyu görmemek için ya çok saf olmak, ya Hükümet düşmanlığıyla gözü bağlanmış olmak ya da otonom yapılanmayla bir şekilde -açık veya örtülü, doğrudan veya dolaylı, gönüllü veya gönülsüz- ittifak içinde olmak gerekir. Sadece şu gerçek bile olanı biteni tespit etmeye yeterli: Nasıl oluyor da 17-25 Aralık’ta ve daha öncesinde KCK operasyonlarında aktif görev alan polis şefleri ve yargı mensupları hep aynı kişiler ve GC mensupları oluyor? GC’nin bu olanlarla ilgisi yoksa niçin GC yayın organları blok hâlinde aynı argümanlar ve tarzlarla kolektif bir savunmaya giriyor? Sanıklar nasıl oluyor da talimatla bir merkezden emredildiği anlaşılan ortak eylem biçimleri geliştiriyor?

17 Aralık patlak verince Ak Parti’nin birçok önde geleni toz oldu. Gezi’de de böyle olmuştu. Parti ileri gelenlerinin, hatta bakanların birçoğu şu veya bu sebeple sindi. Kimisi aylarca konuşmadı. Hâlâ susanlar, vaziyeti idare etmeye çalışanlar var. Buna karşılık, başta Oral Çalışlar, Etyen Mahçupyan, Gülay ve Göktürk ve bendeniz olmak üzere Ak Parti ile hiçbir organik ilişkisi olmayan bazı demokrat aydınlar operasyona karşı çıktı ve bunun bir darbe ve/veya siyaseti dizayn teşebbüsü olduğunu söyledi. AK Parti’ye sempatisini saklamayan R. O. Kütahyalı da kanının son damlasına kadar yeni vesayet kurma teşebbüsüyle mücadele edeceğini haykırdı. Ancak, oyunu asıl bozan Erdoğan’ın direnmesi oldu. Bu direniş bir taraftan toplumun ne vuku bulduğuna vakıf olmasını bir taraftan da AK Parti’nin ve hükümetin yavaş yavaş toparlanmasını sağladı.

18.12.2014, Yeni Şafak

Bu Yazıyı Paylaşın

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et