Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin başarısını sürdürülebilir kılmak

  1. DÜNYA Savaşı sırasında Avrupada yaşanan korkunç katliam, insan hakları konusunda gösterilen uluslararası hassasiyetin en yoğun olarak bu kıtada ortaya çıkmasını sağladı. İnsan haklarını korumak ve hukukun üstünlüğünü tesis etmek amacıyla oluşturulan Avrupa Konseyi, 10 üye ülkeyle 1949 yılında başladığı yolculuğunu bugün 47 ülkeyle sürdürüyor. Avrupa Konseyine bağlı olarak 1959 yılında kurulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ise insan haklarının uluslararası alanda korunmasını sağlayan en önemli kurumlardan biri haline geldi.

AİHM’nin insan haklarının korunması konusunda gösterdiği başarı, Avrupa Konseyi’ni özellikle Avrupa’da yeni kurulan devletler bakımından bir çekim merkezi haline getirdi. Buna bağlı olarak da AİHM’nin yetki alanı genişledi ve daha fazla sayıda insan bu korumadan yararlanma olanağını elde etti. Tek başına ele alındığında sevindirici bir gelişme olarak kabul edilmesi gereken bu durum, Avrupa Konseyi’ne üye ülkelerin insan hakları konusunda sergiledikleri farklı hassasiyet düzeyi nedeniyle ciddi birtakım sorunları da beraberinde getirdi. Kapsamlı birtakım tedbirlerin alınmaması durumunda AİHM’nin bugüne kadar gösterdiği başarıyı sürdürebilmesi kolay değil. Alınacak tedbirlerin başarısı ise öncelikle AİHM’nin yapısal sorunlarının dikkatli bir şekilde ele alınmasını gerektiriyor.

AİHM’NİN KURUMSALLAŞMA SÜRECİ

Avrupa Konseyi II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Soğuk Savaş döneminin ürünüdür. Konseyin kurulduğu yıllarda Bulgaristan, Macaristan, Polonya gibi Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalist rejimler uygulanmakta iken; Avrupa’nın batısında liberal-demokratik yönetimler iş başındaydı. 1949 yılında Londra Antlaşması’yla kurulması öngörülen Avrupa Konseyi, başlangıçta tüm Avrupa ülkelerini değil, yalnızca Batı Avrupa ve İskandinav ülkelerini kapsayacak biçimde oluşturulmuştu. Konsey’in kuruluş amacı ise insan hakları, çoğulcu demokrasi ve hukukun üstünlüğünü savunmak biçiminde ifade edilmişti.

Konsey bu amaç doğrultusunda 1950 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) hazırlayarak kabul etmiş; Sözleşme hükümlerinin taraf devletlerce ihlalini önlemek için de yargısal bir denetim mekanizması kurmuştur. Sözleşme’nin ilk yıllarında bu denetim mekanizması Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, Avrupa İnsan Hakları Divanı ve Bakanlar Komitesi’nden oluşmaktadır. Sözleşme’ye aykırılık nedeniyle yapılacak başvurular önce Komisyon tarafından incelenmekte, ön koşullar bakımından kabul edilebilir nitelikte bulunan başvurular Divan’ın önüne gelmektedir. Ayrıca Sözleşme’nin ilk biçimine göre, bir taraf devlet aleyhine bireysel başvuru yapılabilmesi için ilgili devletin bunu kabul etmesi gereklidir. Yani Sözleşme’ye taraf bir devlet, kendi aleyhine bireysel başvuru yapılmasını kabul etmediği sürece bireylerin hak ihlali iddiasıyla başvuru yapabilmesi mümkün değildir.

1990’lı yılların başında Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve Doğu Bloku’nun parçalanmasıyla birlikte Sözleşme’ye taraf devletlerin sayısı hızla artmış; Sözleşme’yle öngörülen denetim mekanizmasında da buna bağlı olarak köklü değişiklikler gündeme gelmiştir. 1998 yılında yürürlüğe giren 11 no’lu protokolle birlikte, Sözleşme’ye taraf olan tüm devletlerin bireysel başvuru hakkını tanıması zorunluluğu getirilmiştir. Bunun yanı sıra İnsan Hakları Komisyonu kaldırılarak başvuruların doğrudan AİHM’ye yapılması sağlanmıştır. Ayrıca siyasi bir organ olan Bakanlar Komitesi’nin yargısal yetkileri kaldırılarak AİHM’nin yargısal etkinlik düzeyi artırılmıştır.

11 no’lu protokolle yapılan köklü reform, Sözleşme’ye taraf olan devlet sayısının artmasına bağlı olarak ortaya çıkan iş yükünün hafifletilmesini sağlamaya yöneliktir. Bu reformla birlikte AİHM yeniden yapılandırılmış ve yapılan başvurularla ilgili olarak kademeli bir inceleme sistemi getirilmiştir. Buna göre; Mahkeme’ye yapılan başvuruların kabul edilebilir nitelikte olup olmadığına karar vermek üzere üç yargıçtan oluşan komiteler kurulmuş, bu aşamadan geçen başvurularla ilgili karar verme yetkisi ise kural olarak yedi yargıçtan oluşan dairelere bırakılmıştır. 17 yargıçtan oluşan Büyük Daire ise bir tür temyiz organı olarak faaliyet göstermektedir.

11 no’lu protokolle yapılan değişiklikler AİHS ile oluşturulan denetim mekanizmasının etkinliğini sağlamak bakımından önemli bir aşamadır ve bir süreliğine başarılı olmuştur. Ancak Mahkeme’nin giderek artan iş yükü nedeniyle bir süre sonra bu değişikliklerin de yetersiz olduğu anlaşılmış ve yeni reformlar yapılması gündeme gelmiştir. 

2010 yılında yürürlüğe giren 14 no’lu protokol, aşırı iş yükünden kaynaklanan gecikmeleri önlemek için Mahkeme’nin yapısını bir kez daha köklü biçimde değiştirmiştir. Buna göre; artık başvuruların kabul edilebilirlik incelemesi üç yargıçtan oluşan komiteler yerine tek yargıçlı oluşumlar tarafından yapılacaktır. Kabul edilebilir nitelikte olan başvurular hakkında da kural olarak üç yar gıçlı komiteler ve yedi yargıçlı daireler tarafından karar verilecektir. 14 no’lu protokolle birlikte Mahkeme’ye yapılacak başvuruların kabul edilebilirlik şartları da değiştirilmiş ve başvurucunun önemli bir zarar görmediği durumlarda başvurunun reddedilmesi öngörülmüştür.

Sözleşme’nin ihlali iddiasıyla yapılan başvuruların kabul edilebilirlik şartlarının değişmesi, ciddiyetsiz veya dayanaktan yoksun başvuruların yarattığı iş yükünü azaltmaya yöneliktir. Üç yargıçlı komiteler tarafından yapılan ilk incelemenin tek yargıç tarafından yapılabilmesi ise AİHM bünyesindeki insan kaynağının daha verimli kullanılmasını sağlayarak kişi başına düşen iş yükünün hafifletilmesini hedeflemektedir.

14 no’lu protokolle yapılan son değişiklikler, AİHM’nin daha süratli biçimde ve daha etkin bir yargılama faaliyeti yürütebilmesi bakımından olumludur. Ancak orta ve uzun vadede bu değişikliklerin yeterli olacağını iddia etmek mümkün değildir. Sözleşme’ye taraf devletlerin sayısındaki artışa bağlı olarak ortaya çıkan sorunlar tam olarak çözülebilmiş değildir.

Dolayısıyla bu sorunlar çözülmeden, yalnızca iş yükünü hafifletmeye yönelik çözümlerden fazla umutlu olmamak gerekir.

KENDİ BAŞARISININ KURBANI OLAN AİHM

AİHS ile oluşturulan denetim mekanizması başlangıçta 12 devletin katılımına göre biçimlendirilmişti. Günümüzde ise Sözleşme’ye taraf olan devletlerin sayısı 47’ye ulaşmış durumda. Bu durum, Mahkeme’nin faaliyet alanının yaklaşık 800 milyonluk bir nüfusu kapsayacak şekilde genişlediği anlamına gelmektedir.

Mahkeme’nin faaliyet alanının bu ölçüde genişlemiş olması, giderek artan ciddi bir iş yükü sorununu da beraberinde getirmektedir. AİHM’ne her yıl on binlerce başvuru yapılmakta ve Mahkeme’nin iş yükü her yıl biraz daha artmaktadır.  Nitekim 2014 yılında AİHM’ne 56 bin 250 yeni başvuru yapılmış; Mahkeme’de görülmekte ya olan toplam dava sayısı ise 69 bin 900 olarak açıklanmıştır. Oysa Mahkeme’nin kurulduğu 1958 yılı ile 1998 yılına kadar geçen kırk yıllık süre içinde yapılan toplam başvuru sayısı 45 bindir. Yani 2014 yılında yapılan başvuru sayısı, 1958 ile 1998 arasındaki kırk yıllık sürede yapılan başvuru sayısından daha fazladır.

AİHM’nin toplam iş yükünün bu kadar dramatik biçimde artmasını yalnızca faaliyet alanının genişlemesiyle izah etmek mümkün değildir. Sözleşme’ye taraf devletlerin bir kısmında gerçekleştirilen sistematik hak ihlalleri Mahkeme’nin iş yükünün artmasında rol oynayan faktörlerden biridir.

Öte yandan; Sözleşme ile tanınan hakları koruma konusunda AİHM’nin ortaya koyduğu başarılı performans, Mahkeme’ye yapılan başvuruların artmasında rol oynayan faktörlerden bir diğeridir. Zira AİHM’nin hak ihlallerini önleyici nitelikli kararları nedeniyle Sözleşme’de yer alan haklar konusunda genel bilinç düzeyi artmış ve sonuçta bireysel başvuru yolu daha sıklıkla kullanılır hale gelmiştir. Bununla birlikte; bireysel başvuru sayısının artmasına bağlı olarak, Mahkeme’nin süratli ve etkin bir yargılama yapabilmesi de giderek daha zor hale gelmektedir. Bu durum bir çeşit kısır döngü yaratmaktadır ve Mahkeme, paradoksal bir şekilde kendi başarısının kurbanı olmaktadır. Avrupa Konseyi genel sekreteri Thorbjorn Jagland da bu hususun altını özellikle çizmektedir .

AİHS DENETİM MEKANİZMALARINDA KÖKLÜ REFORM İHTİYACI

Bugün gelinen noktada AİHM ciddi bir iş yükü altındadır ve bu durum sürdürülebilir nitelikte değildir. 11 ve 14 no’lu protokollerle yapılan köklü değişiklikler şüphesiz ki yararlı olmuştur; ancak AİHM’nin süratli ve etkin bir yargılama faaliyeti gerçekleştirebilmesi her geçen gün biraz daha güçleşmektedir.

Mevcut durumun sürdürülebilir nitelikte olmadığı görüşü, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi toplantılarının sonuç bildirgelerinde de yer almaktadır. Nitekim 2011 tarihli İzmir Deklarasyonu’nda 14 no’lu protokolün, Sözleşme sisteminin yüzleştiği sorunlara kalıcı bir çözüm sağlamayacağı açıkça ifade edilmiştir. Ancak buna rağmen, henüz mevcut sorunların çözümüne yönelik kapsamlı bir reform önerisi sunulabilmiş değildir. AİHM ve ulusal yargı organları arasındaki işbirliğinin önemine sıklıkla vurgu yapılmakta; ancak henüz etkili bir kurumsal mekanizma önerisine rastlanmamaktadır.

Türkiye örneği incelendiğinde; bireysel başvuru hakkının ulusal düzeyde tanınmasıyla birlikte AİHM’ne yapılan başvuru sayısının kayda değer biçimde azaldığı görülmektedir. Nitekim Türkiye aleyhine yapılan başvuruların 10 bin kişiye düşen oranı 2012 yılında 1,2 iken; 2013 yılında bu sayı 0,46’ya ve 2014 yılında da 0,21’e kadar düşmüştür. 2010 yılında yapılan anayasa değişikliğiyle hukukumuza giren bireysel başvuru hakkı, 23 Eylül 2012 tarihinden itibaren kullanılabilmektedir. Yani bu hakkın fiilen kullanılmaya başlamasıyla birlikte, Türkiye aleyhine AİHM’ye yaolan tapılan başvurular ciddi oranda azalmış bulunmaktadır. Bireysel başvuru hakkının ulusal düzeyde tanınmasıyla birlikte Türkiye’nin insan hakları sorununun çözüldüğünü iddia etmek elbette mümkün değildir. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin, Sözleşme’de yer alan hakların korunması konusunda önemli bir bilinçlendirme işlevi gördüğünü de kabul etmek gerekir.

AİHS’ne taraf devletlerin bireysel başvuru hakkını ulusal düzeyde kabul etmeleri sağlandığında, Sözleşme’de yer alan haklar konusunda bu devletlerin daha dikkatli bir tutum içine gireceği öngörülebilir. Dolayısıyla bireysel başvuru hakkının ulusal düzeyde kabul edilmesi, AİHM’nin aşırı iş yükü sorununa çözüm yollarından biri olarak düşünülebilir. Sözleşme’ye taraf devletlerin tamamında bireysel başvuru hakkının ulusal düzeyde tanınması durumunda, AİHM ve ulusal yargı organları arasındaki koordinasyon ve işbirliği olanakları da artırılmış olacaktır.

Kaynakça:

> Aybay, Rona, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Konusunda Bazı Gözlemler ve 14. Protokol”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Sayı: 88, (2010).

> Bilir, Faruk, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Yapısı ve 14 No’lu Protokol”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 55, Sayı: 1, (2006).

> Greer, Steven, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçin Anayasal Bir Geleceğe Doğru”, 50. Yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi: Başarı mı, Hayal

Kırıklığı mı?, Kerem Altıparmak (yayına hazırlayan), Ankara Barosu Yayınları, Ankara, (2009).

Dernekler Dergisi, 14.10.2015

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et